26 Eylül 2016 Pazartesi

VEDA 38 (Berna)

   Yoğun bakımın önünde beklemenin bir anlamı yoktu. Ayrıca hava almaya ihtiyacım vardı. Egzoz kokan bir bahçeyi, kimyasal kokusunun her bir köşesine sindiği bu duvarlara tercih ederim diye düşündüm.  Dün acilin önünde ambulanstan indiğimiz sırada, gözüme ağaçlık bir alan takılmıştı. Asansörde karşılaştığım görevliye tam olarak nerede olduğunu sordum. Tarif etti.
Ana çıkış kapısının hemen dış tarafında bir kafeterya vardı. Çift kaşarlı tost ile karışık meyve suyu istedim. Tost hazırlanırken bende hiç para kalmadığını fark ettim. Oktay’ın cüzdanından bir yirmilik çıkarıp kasadaki top sakallı, tombul ve de asık suratlı beyefendiye uzattım.Üstünü aldım. Bozuklukları çantamın dış gözüne koyarken telefonunun yeniden çaldığını fark ettim. Gece de birkaç kez çalmıştı ancak ekranı kırık olduğundan ne arayan numarayı görebiliyordum ne de cevap verebilmiştim. Ne çok çalıyordu. Belki de hastanesinden arıyorlardı. İzin almadan çıkıp gelmiş olamaz herhalde diye düşündüm. Ama belli ki önemli bir şey vardı. Gerçi içinde bulunduğumuzdan daha önemli ne olabilirdi ki. Sonra aklıma sim kartını çıkarıp telefonuma takmak geldi. Ama önce tostumu yiyecektim.
   Her yer insan kaynıyordu. Hastanenin içi, dışı. Ağaçlık alana geldiğimde oturacak yer kalmadığını fark ettim. Ayakta yemek istemiyordum. Az ileride bir çocuk parkı vardı. Oradaki salıncaklardan birine oturdum ve yemeye başladım. Hemen sonra kolunda intraket takılı, beş yaşlarında bir oğlan çocuğu ile annesi olduğunu düşündüğüm genç bir kadın parka geldiler. Çocuğun yüzü solgun, bakışları donuktu. Kadın fazlasıyla bitkin görünüyordu. Meyve suyumu bitirmiştim. Çocuk, yanımdaki salıncağa oturdu. Annesi onu sallamaya başladı. Görünüm alışılageldik parkta oynayan çocuk tablosundan çok farklıydı. Hiç konuşmuyor ya da gülüşmüyorlardı. Bir şey yapmam gerekiyordu belki ama yapamadım. Ben, sağlıklı ve de neşesi yerinde bir çocukla bile oynamayı beceremezdim ki. Onun yerine gözlerime dolan yaşları belli etmeksizin kalkıp uzaklaştım. Ağaçların arasında yürümeye başladım. Ortamda acı ya da en iyi haliyle sıkıntı hakimdi. Az ya da çok bu bahçedeki herkesin payına bir miktar düşüyordu işte.
   Yukarıya çıktım. Oktay’ın durumu hakkında bilgi aldım. Şimdilik stabilmiş. Şimdilik.
   Tekrar bahçeye indim. Hava oldukça sıcak ve de nemliydi. Kokuyordum. Oktay’ın abisi nerede kaldı ki diye düşündüm. İlk uçakla gelecekti, neden bu kadar uzun sürmüştü? Saate baktım, henüz on olmuştu. Şaşırdım. Zaman tuhaftı. Ne zaman hızlanıp, ne zaman yavaşlayacağı belli olmuyordu. Onu daha erken aramadığım için çoktan pişman olmuştum. Artık Onur’u da arasam iyi olacaktı. Bu kadar geç haber verdiğim için bir ton laf edecekti kesin ama sanırım artık tahammül edebilirdim.

  Bir saat kadar sonra önce Onur, hemen ardında da Oktay’ın abisi geldiler. Onur, bir şey söylemeksizin yukarı çıktı, hatta yoğun bakıma girdi. Dışarı çıktığında başı önündeydi, susuyordu. Onun bu halini gören abi ağlamaya başladı. Aynı şehirde olmalarına rağmen senede bir ya da belki iki kez görüştüğü o, koca cüsseli adam sarsıla sarsıla ağlıyordu. O an ölmüş olduğuna çok emindim ama yanılmıştım. Durumunda değişen bir şey yokmuş. Bu kez de parktaki çocuk ile Oktay’ı kıyasladım. Çocuğa katbekat fazla üzülmüştüm. Bu kadar soğukkanlı olduğum için utanıyor muydum? Hayır. Oktay’ın durumuna üzülmediğim gibi, utanç da duymuyordum. Hissizlik asıl böyle bir şeydi demek.

16 Eylül 2016 Cuma

ORDU KURUL KALESİ

  6. Mithridates (Mitridat) 'tan biraz Mozart, biraz da Cemal Süreyya’ya uzanan sonra da Ordu ili Kurul Kalesi’nde sonlanan bir hikayedir bu. Ne alaka diyeceksiniz. Buradan buyurunuz.
  Yıl milattan önce yüzyirmiküsürler. Mitridat adında bir çocuk, annesinin kendisini zehirlemesinden korkup yaşadığı şehri terk eder. Böyle söyleyince kulağa basit ya da saçma geliyor tabi ama mantıklı bir sebebi var bu kaçışın. Bizim Mitridat'ın babası olan 5. Mitridat, Pontus kralı. (Bizimki doğal olarak 6. Mitridat oluyor) Günlerden bir gün zehirlenip ölüyor. Karısı ise 6. Mitridat'ı hiç sevmediğinden diğer oğlu Chrestus (Krestus)'u  tahta geçiriyor.
  O gün bugün 6. Mitridat,  zehirlenme paronayası ile köşe bucak kaçıyor. Ormanlarda, dağlarda yaşıyor. Kendini fiziksel olarak geliştiriyor. Panzehirler üretiyor. Bir nevi zehir biliminde çağ atlıyor. Tabi Mitridat’ı bu kadar ünlü yapan, hatta literatüre "Mithridatizm" terimini kazandıran en akla zarar iddia; aldığı düşük dozda zehirler ile zehirlenmeye karşı direnç geliştirmiş olması. Hatta söylentiye göre bu konuda o kadar iyi bir duruma gelmiş ki kendi istediği halde kendini zehirletememiştir. Neyse ona da az sonra geleceğim.
  Bu şekilde yedi yıllık bir kaçıştan sonra biraz da taraftar edinip güçlenen 6. Mitridat, krallığa geri dönüyor. Kardeşi Krestus'u öldürtüyor, annesi Laodice (Laodis)'i zindana attırıyor. Sonra da 16 yaşındaki kızkardeşi  Laodice (Laodis) ile de evleniyor. (O zamanlar tahtı meşru kılmak ve güçlendirmek için kardeşler arası evlilik normal karşılanıyor tabi. Bir de krallıkta başka ad yok. Erkeklere kısaca Mitridat, kızlara da Laodis deniyor)
   Zamanla güçlenen kral, Roma İmparatorluğuna bildiğin kafa tutmaya başlıyor. Çok ayrıntıya girmeyeceğim, ben magazin kısmındayım, birçok Romalı komutanı bozguna uğratıyor. Hatta bu sırada oğlu Machares' ten de yardım istiyor ancak beklediği yardım gelmeyince yeniliyor. Oğlunu idam ettiriyor. Adamdaki kadere bak, diğer oğlu da Romalılar tarafında saf tutunca bu sefer ciddi bir bozguna uğruyor. Esir düşüp rezil rüsva olmak istemediğinden kendini zehirlemeye çalışıyor ama hiç bir zehir onu öldürmeye yetmiyor. O da en yakın arkadaşı Bituitus' tan kafasını kesmesini istiyor.
   Magazin, tarih, farmakoloji ve zehir bilimi dedik. Biraz da kültür ve sanat diyelim. Öncelikle Pontus Devleti, içerisinde çok sayıda etnik grup ve kültür barındıran bir devlet. Biraz bu sebeple biraz da zekadan olacak, 6. Mitridat' ın kimi yerde 8 kimi yerde 18 farklı dili bildiği söyleniyor. 22 dil bildiğini yazan bazı şaibeli kaynaklar bile mevcut.
   Roma gibi dönemin güçlü bir devleti ile karşı karşıya gelişi, cesareti ve sıradışı hayatı ile adını tarihe yazdırmış bir kral olarak birçok sanatçıya da ilham oluyor. Örneğin Mozart. Henüz 14 yaşındayken İtalya turu esnasında 6.Mitridat’ın son günlerini konu alan bir opera besteliyor. Ben tek tek yazmayacağım, dilerseniz buradan operanın ayrıntılı tanıtımına, buradan da gösterinin tamamına ulaşabilirsiniz. Ayrıca Cemal Süreyya’nın Tabanca adlı şiirinin ilk dörtlüğünde şu şekilde adı geçiyor;

“Sigara içenlere ateş etmeyiniz
Evli bir kadınla rakı içerken
Rozet gibi göğsüne takmış cesaretini
Ben Mitridat'tan sözettim siz etmeyiniz”

  Gelgelelim benim çıkış noktam olan Kurul Kalesi’ne. Kurban bayramı tatili nedeniyle Ordu’dayım. Bir iki haftadır televizyon ve radyo kanallarında; Kurul Kalesi kazıları esnasında Ana Tanrıça (Kybele) Kibele Heykeli bulunduğuna dair haberler yer alıyordu. Ben de biraz araştırma yaptım. Baktım bu kale sadece on kilometre uzağımda, neden gidip görmüyorum da evde kös kös oturuyorum deyip topladım herkesi, düştük yola. Önce Ulubey Yolu’na girdik. Sonra, etraftaki “Kurul Kalesi” tabelalarını takip ederek fındık bahçelerinin arasındaki bol virajlı asfalt yolda, sürekli tırmanmak suretiyle, kurul kayasının eteklerine kadar çıktık. Bir noktadan sonra araçla geçiş yasak. Arabayı park ettikten sonra yaklaşık iki yüz metre yürümeniz, ardından da yüz küsür basamaklı şu aşağıdaki merdiveni tırmanmanız gerekiyor. 
 Bir de bu basamaklarda bizi biraz irice bir ufaklık karşılıyor. O da nasıl olur diye sormayın, işte oğlum gösteriyor. 





  Girişteki tabelada Kurul Kalesi’nin tarihinden bahsedilmekte. Altta fotoğrafını koydum, dilerseniz okuyabilirsiniz. Ben ayrıca yazıp da laf kalabalığı yapmak istemiyorum (tembellikten değil yani ;))



  Burada da yazdığı gibi, kazılar aslında 2010’da başlamış. Peki kim mi yapmış bu kaleyi? Sıkı durun, tabi ki de bizim meşhur kral 6. Mithridates. Şu ana kadar hiç gidip de gezmemiş olmak benim ayıbım, buna rağmen Kibele Heykeli'ni yerinde görebilmiş olmak da hediyem olsun. Şayet, bayramdan sonra heykelin kaleden alınıp, müzeye kaldırılacağı söyleniyor. Yani zamanlama gerçekten de müthiş olmuş. 


    Neyse yazacaklarım buraya kadardı. Kalanını da fotoğraflar anlatsın. Bu arada manzaraya da dikkat lütfen.


















  

  Bu arada dün hazırladığım bu yazıyı yayınlamadan hemen önce, büyük sanatçı Tarık Akan’ın vefat ettiği haberini duydum. Çok üzgünüm. Mekanı cennet olsun diyorum.
  

5 Eylül 2016 Pazartesi

GEÇ OLMADAN
















Hep bahar olsun gönül evinin mevsimi
Soldurma yüreğinde kök salan, mis kokulu kır çiçeklerini.

İzin ver, öbek öbek açsınlar,
Ve gülümsesinler renk renk; kırmızılar, morlar, turuncular.

Bırak zihninde karbeyaz bulutlar salınsın,
Fışkırsa bile oradan pamuk pamuk, gözlerinin maviliğine karışsın.

Güzel bak, yumuşak bak, sıcacık bak
Nazarında kalan gözlerdeki kini silecek kadar yürekten bak.

Demem o ki;

Öfkeyi sokma içine, karartma anlarını,
Dökme yaprak yaprak, tüm o sevmeye değer anılarını. 
Zaman bu; gelir geçer, bakmaz gözünün yaşına,
Elinde, kara çalan kirli bir defter ile
Buruşuk ve de küskün bir beden kalır.

1 Eylül 2016 Perşembe

VEDA 37 (Berna)

 Durumu kritik demek. Kritik. Bir ayağı çukurda yani. Hangimizin değilse! Umurumda olup olmadığını sorgulayamayacaktım. Yorgundum, terlemiştim, leş gibiydim. Yine de ameliyathanenin önünde oturmuş öylece bekliyordum. İçeriden gelecek olumlu bir cevabı değil. Öldüğü haberini hiç değil. Sadece bir an önce bitmesini.
 Saat dörde geliyordu. Henüz kimseyi aramamıştım. Nasılsa sahnesi geldiğinde herkes üzerine düşen role bürünecekti. Şimdilik senaryo benim elimdeydi. Uyusunlar istiyordum. Sıcak yataklarında dertsiz, telaşsız uyusunlar. Sabah olunca haber verecektim.
  Oktay’dan önce küçük bir çocuğu daha almışlar içeri. Kolu alçıda bir adam ile birlikte çocuğun yakınları olduğunu sandığım üç-beş kişilik bir grup vardı. Saatlerce ağladılar. Durmaksızın, soluklanmaksızın, hiç konuşmaksızın sadece ağladılar.  Sabaha karşı ameliyathanenin kapısı açıldı. Alnında bonenin bıraktığı şerit şeklinde baskı izi olan, doktor olduğunu sandığım, zayıf, uzun boylu bir adam dışarı çıktı. Ağlaması kesilen grup, ani bir hareketle adamın etrafını çevreledi. Sessizlik fazla sürmemişti. Artık birbirlerine sarılıp şükürler ediyorlardı. Orada olduğumu fark etmemiş olduklarına o kadar emindim ki, içlerinden birisi “Geçmiş olsun kardeşim, Allah sizin de yardımcınız olsun.” dediğinde cevap veremedim.
  Yarım saat kadar sonra kapı bir kez daha açıldı. Yerimden kalkmaya cesaret edememiştim. Gelecek haberden değil de onca saat oturduktan sonra kalkarsam, yere yığılırım diye korkuyordum.  Gelen Oktay’ın doktoruydu. Ameliyat çok başarılı geçmiş. Herhangi bir komplikasyon yaşanmamış. Kalıcı doku hasarının gelişmediğini umuyormuş. Zaten olay anında yanında ben olduğum için de çok şanslıymış. Aksi takdirde onu kaybetmemiz an meselesiymiş, vesaire, vesaire…  Anlatıyor da anlatıyordu. O an fark ettim ki, kapının bu tarafı aslında çok daha fazla yorucu ve yıpratıcıymış. İyi ki kimseye haber vermemişim, diye düşündüm.
  Doktor gittikten sonra ameliyathanenin önünden ayrılıp yoğun bakımın bulunduğu kattaki bekleme odasına geçtim. Üçlü kanepeler doluydu. Hatta duvara yaslı duran atıl durumdaki toplantı masasının etrafındaki sandalyeler bile doluydu. Tam çıkmak üzereydim ki kapının arkasında boş bir tekli koltuk olduğunu fark ettim. Oturdum, sandaletlerimi çıkarıp ayaklarımı altıma doğru topladım. Telefonu çıkardım ve Oktay’ın abisini aradım. Onun kalp krizi geçirdiğini, gece acil ameliyata alındığını ancak şu anda iyi olduğunu, telaşlanmamasını söyledim. Neden daha erken haber vermediğime dair bir serzenişte bulunuyordu ki fazla uzatmasına izin vermeyip, hastanenin adını söyledim ve görüşürüz deyip kapattım. Onur’u ise sonra ararım diye düşündüm. Aslında şu an etrafımda dolanan birilerini görmeyi hiç istemiyordum. Konuşmayı da. Sadece uyumaya ihtiyacım vardı. Biraz yana dönersem uygun bir pozisyon alacağımı düşünüyordum. Kafamı koltuğun yumuşak arkalığına yasladım, yan döndüm ve sonra... Sonrası saçma sapan rüyalar ile bölünüp duran, yararsız bir uyku eziyeti. Artık gerçek anlamda uyuyamayacağımı fark ettiğim an tutulmak üzere olan boynumu doğrulttum, sandaletlerimi ayağıma geçirdim, yerimden kalktım ve elimi yüzümü yıkamak üzere tuvaletlere doğru yöneldim. Koridorda büyük bir duvar saati asılıydı ve dokuzu gösteriyordu. Bir buçuk saat geçmiş olmasına çok şaşırmıştım. Daha kısa sürdüğünü düşünüyordum. On, bilemedin yirmi dakika. Farkında olmadan uyumuşum demek ki diye düşündüm. Bir buçuk saatlik bir uyku, kime yetmezdi ki?
  Yüzümü yıkarken Oktay’ı düşünüyordum. Ne yapıyordu, ne hissediyordu acaba? Acı mı, korku mu, yoksa hiçbir şey mi? Bunca yolu bunun için gelmişti demek, tüm bunları yaşamak için. Gerçekten amacı neydi ya da bir planı var mıydı emin olamıyordum. Benim ise aldığım bir karar vardı ancak uygulayamamıştım işte. Hayat plan yapmaya da, kararlar almaya da izin vermiyordu demek. Olacak ne ise o oluyordu. Kader dedim. Allah beterinden saklasın.
  Aynada kendime baktım. Cildim eskisi gibi ışıldamıyordu. Gözlerimin altından dış yanlara doğru uzanan ve eskiden sadece güldüğümde beliren çizgiler artık yerleşik hale  geçmişlerdi. Oktay’ın göğsünde açılan kocaman yarık geldi gözümün önüne. Benden sadece on yaş büyüktü. Bir an adaletsizlik olduğunu düşündüm ama en azından yaşıyordu işte. Bugüne kadar da canı nasıl istediyse öyle yaşamıştı. Sallamadan, umursamadan. Yeterince umursamaz olamamıştı demek.  Belki de ben yanlış tanımıştım, olamaz mı? 

Devam edecek ;)