Ana çıkış kapısının hemen dış tarafında bir kafeterya vardı. Çift kaşarlı tost ile karışık meyve suyu istedim. Tost hazırlanırken bende hiç para kalmadığını fark ettim. Oktay’ın cüzdanından bir yirmilik çıkarıp kasadaki top sakallı, tombul ve de asık suratlı beyefendiye uzattım.Üstünü aldım. Bozuklukları çantamın dış gözüne koyarken telefonunun yeniden çaldığını fark ettim. Gece de birkaç kez çalmıştı ancak ekranı kırık olduğundan ne arayan numarayı görebiliyordum ne de cevap verebilmiştim. Ne çok çalıyordu. Belki de hastanesinden arıyorlardı. İzin almadan çıkıp gelmiş olamaz herhalde diye düşündüm. Ama belli ki önemli bir şey vardı. Gerçi içinde bulunduğumuzdan daha önemli ne olabilirdi ki. Sonra aklıma sim kartını çıkarıp telefonuma takmak geldi. Ama önce tostumu yiyecektim.
Her yer insan kaynıyordu. Hastanenin içi, dışı. Ağaçlık alana geldiğimde oturacak yer kalmadığını fark ettim. Ayakta yemek istemiyordum. Az ileride bir çocuk parkı vardı. Oradaki salıncaklardan birine oturdum ve yemeye başladım. Hemen sonra kolunda intraket takılı, beş yaşlarında bir oğlan çocuğu ile annesi olduğunu düşündüğüm genç bir kadın parka geldiler. Çocuğun yüzü solgun, bakışları donuktu. Kadın fazlasıyla bitkin görünüyordu. Meyve suyumu bitirmiştim. Çocuk, yanımdaki salıncağa oturdu. Annesi onu sallamaya başladı. Görünüm alışılageldik parkta oynayan çocuk tablosundan çok farklıydı. Hiç konuşmuyor ya da gülüşmüyorlardı. Bir şey yapmam gerekiyordu belki ama yapamadım. Ben, sağlıklı ve de neşesi yerinde bir çocukla bile oynamayı beceremezdim ki. Onun yerine gözlerime dolan yaşları belli etmeksizin kalkıp uzaklaştım. Ağaçların arasında yürümeye başladım. Ortamda acı ya da en iyi haliyle sıkıntı hakimdi. Az ya da çok bu bahçedeki herkesin payına bir miktar düşüyordu işte.
Yukarıya çıktım. Oktay’ın durumu hakkında bilgi aldım. Şimdilik stabilmiş. Şimdilik.
Tekrar bahçeye indim. Hava oldukça sıcak ve de nemliydi. Kokuyordum. Oktay’ın abisi nerede kaldı ki diye düşündüm. İlk uçakla gelecekti, neden bu kadar uzun sürmüştü? Saate baktım, henüz on olmuştu. Şaşırdım. Zaman tuhaftı. Ne zaman hızlanıp, ne zaman yavaşlayacağı belli olmuyordu. Onu daha erken aramadığım için çoktan pişman olmuştum. Artık Onur’u da arasam iyi olacaktı. Bu kadar geç haber verdiğim için bir ton laf edecekti kesin ama sanırım artık tahammül edebilirdim.
Bir saat kadar sonra önce Onur, hemen ardında da Oktay’ın abisi geldiler. Onur, bir şey söylemeksizin yukarı çıktı, hatta yoğun bakıma girdi. Dışarı çıktığında başı önündeydi, susuyordu. Onun bu halini gören abi ağlamaya başladı. Aynı şehirde olmalarına rağmen senede bir ya da belki iki kez görüştüğü o, koca cüsseli adam sarsıla sarsıla ağlıyordu. O an ölmüş olduğuna çok emindim ama yanılmıştım. Durumunda değişen bir şey yokmuş. Bu kez de parktaki çocuk ile Oktay’ı kıyasladım. Çocuğa katbekat fazla üzülmüştüm. Bu kadar soğukkanlı olduğum için utanıyor muydum? Hayır. Oktay’ın durumuna üzülmediğim gibi, utanç da duymuyordum. Hissizlik asıl böyle bir şeydi demek.