28 Nisan 2016 Perşembe

VEDA-8

  İnsanın, kendi türünden ne denli korktuğunu gösteren yere gelmiştim. Kalabalığı gökyüzüne çıkarmadan önce, içimizden birisi terörist ya da manyak falan olabilir mi diye sıraya soktukları; aramızdaki, kokan çürükleri ayıklamaya çalıştıkları yere.
  Neyse ki aklımızdan geçenleri gösterebilen bir cihaz henüz geliştirilememişti. En manyakça şeyleri bile fark ettirmeden düşünebiliyordun.  Ancak fazlasıyla dikkatli olmak gerekiyordu. Neticede beyin vahşi bir at gibiydi. Dizginlerini sıkı tutabiliyorsan seni doğru olduğuna inandığın yere götürüyordu. Ama koyverirsen,“deli”olup çıkıyordun.
  “Uçuş kartınız, ve kimliğiniz hazır olsun lütfen.”
  Kimlik kartımı her çıkarışımda, beraber geçen altı yıla rağmen hala alışamadığım, sonradan olma soyadım, bir diken gibi gururuma batıyor. Babacığımın soyadını sildirmeyecektim. Ne büyük hata! Böyle anlarda, onu kaybedişim ile hissettiğim kimsesizlik duygusu yeniden canlanıyordu. O tek kelime, ardımda hissettiğim kuvvetli bir el olabilirdi. Kararsız adımlarımda hadi kızım diye destekleyen ya da omzumu sıkıca kavrayıp beni durduran. Olur muydu gerçekten yoksa bu da duygusal bir seraptan, hezeyandan mı ibaretti?
  Nikah için gereken evrakları almaya gittiğimiz gün gözümde canlandı. Kurtuluş parkında el ele tutuşmuş koca ağaçların arasında, sonbaharın renkten renge soktuğu yapraklarının altında yürüyorduk. Öğrenciliğimde arkadaşlarla sık sık gittiğimiz o parkı öyle çok severdim ki nikah salonunun o parkın içerisinde oluşunu bir şans, bu evliliğin hayırlı olduğuna dair bir işaret olarak görmüştüm. Ne büyük cahillik!
  Parkın ortasında bulunan havuzun yanına geldiğimizde birden durdu ve yanı başımızda duran banka oturmamı istedi. Ayaklarımın önüne diz çöktü. Elini elimden ayırmamıştı. Diğer elini de uzattı. Sol elim iki avucunun arasında kalmıştı. Arkamda kalan güneş gözlerinin içine doluyordu. İki yeşil bilyenin harelerine dalıp gitmiştim. Bir bakış ancak bu denli etkileyici olabilirdi. Hipnotize olmuş gibiydim.
 “Bugün, yeryüzündeki en mutlu adam benim. Hayatımın sonuna kadar bu gözlerin bana aşkla bakması için elimden ne geliyorsa yapacağım, yemin ederim.”
  Nutkum tutulmuştu. Hiçbir şey söyleyebilecek durumda değildim. Sanki beynim tamamen boşalmış da yerinde deli gibi atmakta olan kalbimin sesi yankılanıyordu.
  “Ben de.” diyebilmiştim sadece, zar zor çıkabilmiş zayıf bir sesle.
“Biz artık bir yuva kurcağız ve bütün olacağız sevgilim. İki farklı soyadımız olsun istemiyorum. Hayır desen de kırılmam. Senden gelecek her şeye razıyım. Sadece bunu ne kadar çok istediğimi bil!”
 Bu konuda daha önce konuşmuştuk aslında. Cevabım net bir şekilde “hayır” olmuştu. Tekrar sormuş olmasına kızmam gerekirdi belki ama bir türlü, bir şey söyleyemiyordum. Büyülenmiştim sanki. Uzunca bir süre, hiçbir şey düşünmeksizin orada öylece durduktan sonra;
“Tamam” demiştim, “kabul”.
  Hayatımda yaptığım ilk hata değildi. Ama yıllar içinde, en azından simgesel olarak, en büyük hatam olduğunu düşünmem için yeterli gerekçelerim oldu.
Devamı gelecek.... ;)

24 Nisan 2016 Pazar

VEDA-7

Hayat başlı başına bir oyunken, insanların, renklendirmek adına içine küçük oyuncuklar sokuşturmasını anlayamıyordum. Konuşmaya ne çok ihtiyacı varmış meğer. Neyse en azından mutlu görünüyor diye düşündüm, bozmamak gerek. Ne kadar ilgili görünürsem görüneyim aslında anlattıkları hiç umurumda değildi. Yok, yolmuş, bereketmiş, kısmetmiş. Eh dünyadaki tek deli ben olacak değilim ya. Paratonerin, deli çeker çeşidiydim sanki. Hunisini kapan yanıma geliyordu.
Cildi ne kadar da gergin duruyordu. Bir şeyler yaptırmış mı yoksa doğal hali mi çok merak ediyordum. Sormayacaktım. Gençliğinde nasıl görünüyordu acaba. Sonra kendi görüntümü düşündüm. Çirkin değildim ama idare eder bir güzelliğim vardı. Yaşlandıkça güzelleşen şu tiplerden olacaktım belki de kim bilir. Ellerini incelerken kolundaki saat dikkatimi çekti. Geç kalmak üzere olduğumu fark ettim.
“Çok teşekkür ederim ama benim kalkmam gerekiyor. Uçuş saatim yaklaştı.”
Elini sıkmak için uzattığımda, elimi sımsıkı kavradı.
Bak canım, sana naçizane abla, teyze tavsiyesi. İçinde bir zehir var belli. Kaynağı da. Şundan emin olabilirsin; hiç kimsenin doğası değişmez. Belli bir yaştan sonra davranışları da. Zehrin kaynağını kendinden uzak tutmaya bak. Yoksa ölene dek kanında dolaşmaya, zihnini bulandırmaya devam eder.”
“Deneyeceğim.”
Göz kırpıp yine kalabalığa karışmak üzere yanından uzaklaştım.
Çok yanılıyordu. Zehrin kaynağı bendim. Benim bitmek bilmeyen beklentilerim, fazla duygusal oluşum. Hayatta her şey öyle yavaş gelişiyordu ki eğer duygusal hareket ediyorsan, bir şeylerin değişiyor olduğunu fark etmiyordun. Sonra bir bakmışsın umduğundan, hayal ettiğinden bambaşka bir noktaya gelmişsin. Kalbin gözü de pusulası da yoktu ne yazık ki. O yüzden akıllı olmak hatta çok akıllı olmak gerekiyordu. Kimsenin doğası değişmez, çok doğru. Maalesef benim doğam da böyleydi. Ve beni içten içe kemirmeye, zehirlemeye devam edecekti.
Aşkı Oktay’da bulduğumu sanmıştım. Yanılmışım. Bir zamanlar insanları tanımak için davranışlarına bakardım. Hareketlerindeki niyeti, samimiyet derecesini ölçemeyecek kadar toydum. Hep, bir şeyleri zamanında yaşamamış olmanın getirdiği acemilik diye düşündüm. Ne vardı sadece kitaplara gömülecek! Azıcık kafamı kaldırıp da dünyanın dönüşüne ayak uydursaydım ya. Artık pişman olmak için çok geçti. Neyse, şimdi buradaydım, bu kadarına cesaret edebilmiştim ya, geç bile kalmış olsam, en azından, denemedim demeyecektim.  

Ah Oktay ah! İlla ki böyle mi olmalıydı? Kaç kere anlatmıştım, kaç kere. Hiç dinlemedin beni, dinlesen de ciddiye almadın. Geçer mi sanmıştın yoksa? Gerçi, geçti geçmesine de kırarak, yıkarak geçti. Ego savaşlarının galibi; Oktay. Şimdi bir korkak gibi kaçıyordum. Kuyruğumu, bacaklarımın arasına kıstırmış; etrafa biraz ürkek, biraz saldırgan bakışlar atarak sadece uzaklaşmaya çalışıyordum.
devamı gelecek... ;)

23 Nisan 2016 Cumartesi

VEDA-6

Kendime hiç acımam yoktu benim. İşte, yine yalnızdım. Zamane yalnızlığıydı bu; kalabalıklar içinde ama yalnız. Artık çok klasik. Diğer türlüsünü görmemiştim ki zaten. Aslında yalnızlığı en derinden hissettiğim yer hep Oktay’ın yanı başıydı. Söylemek istediğim birçok şey, açmak istediğim birçok konu olmasına rağmen sustuğum anlarda.
 Herkes mi benim gibi dinleniyor olmaya muhtaçtı? Bazen çevremde gördüğüm, karşısındakinin ne düşündüğünü, ne söylediğini hiç umursamadan konuşabilen insanlara çok imreniyordum. Tıpkı karşımda oturan çift gibi. Kadın sürekli bir şeyler anlatıyor, sık sık da çayını yudumluyordu. Adam ise oturduğu sandalyede yayılmış, bacaklarını iki yana açmış, sağ elinde tuttuğu telefondan gözünü neredeyse hiç ayırmadan sıklıkla sigarasını tüttürüyor ara sıra da kadına cevap veriyordu. Bir an yerimden kalkıp adamın elindeki telefonu alıp balkondan aşağıya fırlatmayı diledim.   
 Sahi, mükemmel bir çift var mıydı gerçekten? Olsa gerek diye düşündüm. Bu kadar çok evlilik kıt kanaat sürüyor olamazdı herhalde. Belki de sorunlar hep yanlış seçim yapmaktan ileri geliyordu. Arkadaş seçer gibi daha doğrusu dost seçer gibi eş seçmeyi başarabilseydik, belki de bu kadar sorun yaşamazdık. Ya da hatalı olduğumuz nokta sürekli mutluluk arayışında olmamızdı. Elimizdekilerle yetinmeyip hep fazlasını istememiz, beklememiz.  Bekleyerek olmayacağını bile bile yine de beklemeye devam etmemiz. Durup da sakinleşmeyi, eteklerimizdekileri saymayı hiç bilmiyorduk. O yüzden olan şey; hep arayış hep arayış! Acımız yok. Gerçek anlamda açımız yok. Aslında yüzdeye vuracak olsan; acı çeken, bir elin parmakları kadar insan. Belki de bu yoksunluklarımız o kişilerin ahı yüzündendi. Olamaz mı?
-Sandalye boş mu acaba?
-Tabi tabi alabilirsiniz.
-Aslında oturmak istemiştim ama…
-Oturabilirsiniz tabi, buyurun.
 İşte bir tane daha. Bazen istesen de yalnız kalmayı başaramıyordun. Şimdi gereksiz bir konuşma daha başlayacak diye düşündüm.
-Bugün havaalanı ne kadar da kalabalık değil mi?
-Öyle.
“Kalabalığı da hiç sevmiyorum biliyor musunuz? Ama bu kadar insanın yaşadığı bir dünyada kaçış yok.”
“Ben de siz gelmeden önce benzer şeyleri düşünüyordum aslında.”
“Şaşırmayın, hepimiz aynıyız. Yani aynı demek abartı olur aslında ama dünya küçüldü. Seçenekler çok bile olsa önümüze sürülenler aynı şeyler. Öyle olunca da birbirinin kopyası bireyler yetişiyor. Kalabalıktan hoşlanmayan, kendine bu kadar benzeyenlerle aynı havayı solumak istemeyen.” Onaylarcasına kafamı sallamakla yetinmiştim.  “Fazla ciddi bir karşılaşma oldu. Kusura bakmayın. Son zamanlarda hayatı sorgulamaya başladım da. Orta yaş bunalımı sanırım. Canınızı sıkmayayım.”
“Hayır, hayır, lütfen devam edin. İnanın kimse şu ara daha fazla sıkamaz.”
“İsterseniz siz anlatın. Bazen tanımadığın biriyle konuşmak iyi hissettirebilir. Hem belki birlikte çözüm bile üretebiliriz.”
“Pek öyle çözüm üretilecek cinsten değil. Aslında ortada bir sorun olduğundan bile emin değilim.”
“Öyle demeyin. İnsanın canını sıkan her şey başlı başına bir sorundur. Gözle görülür bir sebebi olmasa bile şu an rahatsız hissediyor olmanız bile. Kahvenizi kapatın, size bir fal bakayım.”
Gülüyorum.“Kusura bakmayın. Ben fala inanmam.”
“Ben de öyle.”
Gülümsemem yüzümde çakılı, “eee?” der gibi yüzüne baktım.
Arkadaşlar genelde birbirlerinin falına bakmaz mı? Bir oyun sadece canım. Birazcık neşelenelim istedim. Arada hayatı hafife almak gerek.”
Fincanı ters çevirip, kapattım.
“Üzerinize yüzüğünüzü de koyun.”
“Seve seve.”
Gülüyor. “Kaç yıllık evlisiniz?”
“Altı olacak.”
“Çocuğunuz var mı peki?”
Böyle damdan düşme samimiyetleri sevmesem de bu kadına içimin ısındığını hissediyordum. Bakışları biraz annemin bakışlarına benziyordu. Gözleri aynı renk; çamurumsu bir kahverenginin içine saçılmış koyu yeşil lekeler. Ebru gibi. Dalga, dalga. Sesindeki naiflik insana kendini güvende hissettiriyordu. Tam da aradığım şey; güven.
“Aaaa olmaz ama böyle. Dalıp gitmeyiniz, konuşunuz lütfen.”
“Ya çok af edersiniz. Kafam dağınık şu aralar.”
“Eeee, çocuk?”
“Denedik ama olmadı ne yazık ki.”
İstemedim demeye utanıyordum. Sanki bir kadının çocuk istemesi şartmış gibi.
“Üzüldüm. Çocuk, evliliğe ayrı bir renk katıyor. Aslında evlat edinebilirsiniz. Yaşınız çok genç.”
“Şu ara sorumluluğum çok fazla, bir de evliliğimiz pek yolunda gitmiyor. O yüzden olmadığı daha iyi.”
“Başta da söylediğim gibi bana her şeyi anlatabilirsiniz. Şuradan kalktıktan sonra belki de birbirimizi bir daha hiç görmeyiz.”
Parmağındaki yüzüğe dayanarak sordum.
“Siz evli misiniz?”
“Evet.”
“Çalışıyor musunuz?”
“Emekli öğretmenim. 35 yıl çalıştım. Sonra da artık köşeme çekilip dinlenmek istedim. Fiziksel olarak da yıpranmaya başlamıştım. İlkokul öğretmenliği fazla enerji isteyen bir meslek. Belli bir yaştan sonra yapmayı doğru bulmuyorum.”
“Öyle mi? Annem de ilkokul öğretmeniydi. O, sağlık problemleri nedeniyle bırakmak zorunda kalmıştı. Kendi ilkokul dönemimi hiç hatırlamıyorum ama onun sınıflarının kokusu bile hala burnumda. Sesi bağırmaktan, acayip tiz çıkardı. Evde bize o şekilde bağırdığını hatırlamam ama kırk küsür çocuğa kendini dinletebilmek için mecbur kalıyordu sanırım.”
“Şimdi nerede oturuyorlar.”
“Kaybettik maalesef.”
“Allah rahmet eylesin, küçük müydünüz?”
“Ben ve ikizim ortaokuldaydık, abimiz ise lisede.”
“Yaaa, çok zor olmuş olmalı. Daha küçücükmüşsünüz. Hem de üç çocuk.”
“Öyle ama babam sağ olsun, hep yanımızdaydı. Her şeyimizle en az annemiz kadar ilgilendi. Yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. O da bizi başından attıktan kısa bir süre sonra vefat etti. Şimdi hayatta olsalardı yanlarından bir an ayrılmazdım. İkisini de öyle çok özlüyorum ki.”
“Üzüldüm. Benim de bir oğlum var. Amerika’da yaşıyor. Evli. İki de torunum var. Ama iki yılda bir ancak görüyorum. Dünya küçüldü diyoruz ya yalan. Aslında dünya hala büyük ve orasına, burasına savrulmuşuz. Sevdiklerimizden ayrı gayrı yaşayıp gidiyoruz.”  
“Sizinki daha zor olmalı.”
“Yok, öyle düşünme. Sağlıklı ve de mutlu olduklarını biliyorum ya o yetiyor bana. Benim can dostum, hayat arkadaşım yanımda zaten. Allah onun yokluğunu göstermesin.”
İşte, işte tam da böyle bir evlilik istiyordum. Dostum diyebileceğim bir adamla uyuyup, uyanmak. Acaba düzelmez miydi hiçbir şey? Ah biraz olsun umudum olsa, her şeyi yapmaya hazırdım. Belki elde olana razı olmalıydı ama o da hiç ama hiç içimden gelmiyordu.

“Evet, bakalım burada ne varmış.”  

devamı gelecek.... ;)

21 Nisan 2016 Perşembe

VEDA-5

 Yürüyen merdivenden çıkınca doğrudan kafenin içine giriyordunuz. İçeride sağlı sollu yerleştirilmiş masalar vardı ve hemen hepsi boş duruyordu. Biz de çoğunluğa uyarak dışarıda oturmaya karar verdik. Bar kısmından kahvelerimizi aldık ve terasa geçtik. Burası oldukça dardı. Hatta teras değil de balkon demek daha doğru olurdu sanırım. İki sıra halinde yerleştirilmiş masaların arasından ilerleyebilmek için sürekli manevra yapmanız gerekiyordu, ayrıca hiç boş masa göremiyorduk. Hatta elinde içeceği ile ayakta dikilen insanlar vardı. Biz de bulduğumuz sandalyelerden ikisini alıp, terasın tekboş kalabilmiş yerine çektik ve karşılıklı oturduk. 
 Elindeki fincandan bir iki yudum alıyor, en az bir paragraflık konuşuyor, kızıl sakallarının seyrek seyrek kendini gösterdiği yerleri kaşıyor, sonra bir yudum daha alıyor, döngü böyle ilerleyip duruyordu. Bir an, çok da gürültü çıkarmayarak inmekte olan bir uçak karşımızda duran binanın arkasında kayboldu. Ses yüzünden irkilmişti.
-Uçuş öncesi dinlenmek için pek de uygun bir yer değil galiba.Dedim.
-Öyleymiş. Bir zamanlar uçmaktan korktuğumu sanırdım ama asıl korktuğum şey belki de uçağın motor sesidir.
-Çocuk gibi yani…
-Çocukken daha fenaydı. Yayla gibi yüksekçe bir yerde yaşardık. Üzerimizden ara sıra askeri jetler geçerdi. Ve onların her geçişinde okulun bahçesinde üç beş çocuk yere kapanıp ağlamaya başlardı. Onlardan biri de bendim.
-Ben de o ağlayanlara gülenlerdendim. Dedim duyulması mucize bir tonda.
-Nasıl yani siz de mi orada yaşadınız?
-Hayır canım! Genel. Yani anlattığınız şey sadece oraya mahsus değil. Hepimizin çocukluğu benzer şekilde geçmiştir.
- Ya ne bileyim? Bir an için olabilir mi diye…
 Yine sıkılmaya başlamıştım. Bir insan gerçekten bu kadar bön olabilir miydi? Üstelik ne kadar kendinden emin ve de mutlu görünüyordu.  Zaten mutlu olmak istiyorsan ya kötülükleri göremeyecek kadar farkındalığı az bir insan olacaksın; ya da iyi olsun kötü olsun, dünyaya ait hiç ama hiçbir şeyi umursamayacak kadar zihnini soyutlamış olacaksın. İki tarafta da olamayacağım çok belliydi. Ben de çantamdan bir sigara çıkardım. Umut’un sigara paketinin üzerinde duran metal çakmağı çok da acemi olmayan bir tavırla ateşledim. Uzun zamandır içmediğimden, hafif gözüm karardı. Bu duyguyu seviyordum.
 Oktay hiçbir zaman böyle hissedemeyecekti. Kaç kere azaltmasını söylemiştim ama yapamıyordu işte, her konuda olduğu gibi bunda da iradesizdi.
-Sigara içtiğinizi bilseydim ikram ederdim, kusura bakmayın.
-Niye kusur olsun canım, bana ikramda bulunmak zorunda mısınız?
-Yani, ne bileyim?
Bozulduğunu hissettim. İçimde hafiften bir acıma duygusu belirdi.
-Bakın size söylemiştim. Ben konuşmayı pek sevmem çünkü konuştuğumda genelde kırıcı oluyorum. Hele ki şu an, inanın kimsenin yaklaşmak istemeyeceği bir ruh halindeyim. Kusura bakmayın ne olur!
-Ya yok, neden kırılayım? Böyle basit şeylere takılmam ben, rahat olun. Hatta konuşmaktan sıkılmış da olabilirsiniz. Çaylarımız bitince kalkarız. Deyip göz kırpıyor.
“Kaprissizlik” erkeklere özgü varsayılan ve de en çok sevdiğim özellikti. İkinci sırada ise “cesaret” geliyordu ki o, günümüzün ne erkeklerinde ne de kadınlarında vardı ne yazık ki. Erkekler gereğinden fazla korkak, kadınlar ise yersiz gururluydu. “Gururdan beslenen korkusuzluk” cesaretin en zayıf, en acınası haliydi. Halbuki korkusuzluk, mantıktan ileri gelmeli; temelleri gerçekçi ve de sağlam olmalıydı.
 Yalnızlığı göze almanın sebebi, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar basit sorunlardan kaçış olunca, yalnızlıktan korkmuyor olmuyordun. Ve bu seni cesur yapmıyordu. Aksine aptalın teki oluyordun. Hem de yalnız ve de mutsuz bir aptal.
 İşte ben o aptal egomun yolunda ilerliyordum bugün. Asıl acı olan şey ise kaldığımda mutsuzdum, şimdi gidiyorum ve yine mutsuzum. Peki,bu durumda gittiğinde mi yoksa kaldığında mı cesur oluyordun? Galiba bunu zaman gösterecekti.
-İzninizle, ben gideyim. Size iyi yolculuklar. Bu arada tanıştığımıza da memnun oldum.
-Size de iyi yolculuklar. Güle güle.

 Altı üstü aynı masada on, onbeş dakika oturmuştuk. Tanışmış mı olduk yani? İnsanların ilişkileri adlandırma ihtiyacı çok gereksiz geliyordu. Şu andan itibaren onun tanıdığıydım. Oysa ben, onu kısa bir süre sonra tamamen unutacaktım. Önce üç beş cümlelik diyalogumuzu silecektim hafızamdan. Sonra adı ile yüz hatlarını. Son olarak da ellerinin kaba ve kemikli yapısı ile birlikte varlığını tamamen unutup gidecektim. O da farklı bir sıralama ile, ama yine de muhtemelen bir süre sonra hatırlamayacaktı.

devamı gelecek....

20 Nisan 2016 Çarşamba

VEDA-4


Küçük bavulumu çoktan teslim etmiştim. Sırt çantamın tek sapını omzuma geçirdim ve Umut’un yanı sıra yürümeye başladım. Alnında ve gözlerinin iki yanındaki derin çiziklere bakılırsa en az otuz veya otuz beşinde olmalıydı. Fazlasıyla geniş görünen omuzlarına rağmen boyu pek uzun sayılmazdı. Sonra biraz fazla yakınlaşmış olacağız, buruma parfüm kokusu geldi. Oldukça ağır ve rahatsız edici bir kokuydu, bir iki adım öne çıktım. O ise elindeki telefonu kurcalıyordu. Tekrar yanıma yaklaştı ve telefonunu bana uzattı.
-Bakın..
  Uçları kir yüzünden kararmış, aslında beyaz olan uzun ve de sık tüylerle kaplı, yüzü gözü zor seçilen; şu haliyle de daha çok paspas başlığını andıran minik bir köpeğin fotoğrafını gösterdi. Parfüm alanından bir an önce uzaklaşmak istiyordum.
 -Ev temizliğinde kullanıyorsunuz sanırım. Dedim ve yürüyen merdiveni yan yana duramayacak kadar ortalamamdan hemen önce, telefonunu geri verdim.
-Bahçede ufak bir havuz var. Ördekler için yapmıştık. Etrafı genelde çamur. Pamuk da sürekli ördeklerin çevresinde. Bu fotoğrafı bahçede oynarken çekmiştim zaten. Yoksa suyu çok sever. Sık sık yıkarız.
-E, kime bıraktınız peki? Bir de ördekler var.
-Marmaris’te ailemle birlikte yaşıyorum. Oradalar şimdi.
-Marmaris’e mi gidiyorsunuz?
-Hayır, aslında ufak bir seyahate çıkıyorum. Ankara’da işlerim vardı, onları hallettim. Şimdi İstanbul’a gidiyorum, oradan da birkaç arkadaş İtalya’ya geçeceğiz. 
-İyiymiş.
 Gezmeyi hayatım boyunca sevmiştim. Kapıyı kapasalar camdan, camı kapasalar bacadan kaçan bir çocuktum. Öyle eve barka sığmaz, yerimde iki dakika oturmazdım. Büyümeye dair hayalim gezgin olmaktı. Daha küçücüktüm; evimizden köye gittiğimiz süreçte bile kargacık burgacık yazımla gezi notları yazardım. Arabanın camından dışarıya baktığımda, gördüğüm her bir ayrıntı cennetten kopmuş gibi gelirdi. Asfaltın kenarında büyümüş bir gelincik;dalında sallanan, rengi kararmış, düşmek üzere bir elma; yıkılmaya yüz tutmuş bir viranenin duvar çatlağına örülmüş koca bir örümcek ağı; yani evin uzağında olan her şey…
 Büyümeye yakın en çok görmek istediğim yerlerden biri İtalya idi. Benim yaşımdakiler Amerika hayalleri kurarken bile ben, İtalya’nın sakin güney sahillerinde, balıkçı kasabalarının taştan sokaklarında, Roma’nın antik harabelerinde gezmeyi dilerdim. Olmadı. Önce yalnız gezecek cesareti bulamadım sonra da iş güç derken…
-Dalmaktan kastettiğiniz buydu sanırım.
-İtalya’yı görmeyi çok istedim ama olmadı. Bir türlü kabuğumuzdan çıkamıyoruz.
-Eşinizle çıkın, gezin. Hiç mi boş vaktiniz olmuyor. Sahi ne iş yapıyorsunuz. 
-Doktorum, eşim de öyle. İznimiz var aslında, imkanımız da ama eşim uçamıyor. Uçuş fobisi var. Daha doğrusu yüksekten çok korkuyor.
-Hipnoz yaptırsın. On yıl öncesine kadar ben de uçamazdım ama artık neredeyse her ay bulutların üzerindeyim. Hatta bu yıl yamaç paraşütü yapmaya başladım. Fobiler büyük ayak bağı. Hayat zaten sıkıcı, bir de korkulara takılıp kalmamak lazım. Hastalıksa, çaresini arayacaksın.
-O, zaten gezmeyi çok sevmez. Günlerce evde oturabilecek yapıda bir insan. Onu hiç anlayamıyorum.
-Sizin yolculuk nereye?

-İstanbul’a kardeşimin yanına gidiyorum. 

Devamı gelecek... ;)

19 Nisan 2016 Salı

VEDA-3

Havaalanında beklemeyi sevmiyordum.Etrafta, oradan oraya kayıp duran bavullar, yanıp sönen ışıklı yazılar, öbek öbek insanlar olurdu. Karınca yuvası gibi; bitmek bilmeyen bir devinim. Bu nedenle de ancak son dakikasında yetişebildiğim birçok uçuşum olmuştu.  Ta ki bir tanesini kaçırana dek. Artık en az iki saat erken gelipbavulumu veriyor, sonra da boş boş bekliyordum. Ayarım yoktu benim. Bugün de oldukça erken gelmiştim ve sıradan bir iş günü olmasına rağmen içerisi insan kaynıyordu. Bir süre sonra sıkıntıdan gerçekten ölebileceğimi hissetmeye başlamıştım. Kitap okumayı denedim, yapamadım. Müzik dinleyeyim diye çantamı karıştırdım ancak kulaklığımı bulamadığımdan onu da yapamadım. Bir süre terminaldeki mağazaları dolaştım. Kitapevindeki kitapları ve dergileri karıştırdım, sonra yine bekleme alanındaki koltuklardan birine oturdum ve etrafı seyretmeye başladım.  Sankitüm kalabalık,der top olup üzerime çullanacakmış gibi hissediyordum.
  Oktay haklıydı belki de. Böylesi basit şeylerden bile bu kadar rahatsız olan bir kişi nasıl normal olduğunu iddia edebilirdi, ne hakla. Aramızda bir normal varsa o, ben değildim. Oktay ise hiç değildi. Aramızda normal biri yoktu. İki çıplak bir hamama yakışırdı belki ama iki dengesiz bir eve sığamıyordu işte. Gerçi bir kişi her an, her şeyden memnun olmak zorunda değildi ki. Hepimizi rahatsız eden durumlar olmuyor muydu sanki? Tek ben miydim kalabalıktan ya da insan yapımı şeylerle bu kadar kuşatılmış olmaktan hoşnutsuz olan. Sevmiyordum işte, ne yapayım?Bu kadar canlı ışıklandırmayı sevmiyordum mesela.  Teknolojik uğultuyu, insan gürültüsünü... Teknoloji olacaktı, gerekliydi tabi ama ben yanında biraz da ilkellik, doğallık arıyordum.
 -Hanımefendi, pardon!
-Efendim?
-Sakın korkmayın, omzunuzda ufak bir örümcek var. Hemen alıyorum. Endişelenmeyin, kıpırdamayın…
-…
-Neden gülüyorsunuz?
-Hiç! Önemli bir şey değil. Keşke diyordum, keşke başka bir şey isteseydim.
-Anlamadım.
-Anlaşılır bir yanı yok zaten beyefendi, ben de anlamam genelde. Hatta kim olsa anlamazdı, üzerinize alınmayın.
-Her neyse, Umut ben.
-Efendim?
-Adım diyorum; Umut.
-Memnun oldum Umut Bey, ben de Berna.
  Elleri kaba ve de kemikliydi. Oktay’ın yumuşacık ellerinin aksine.Neden kıyaslama yapıyordum şimdi, ne saçma! Hoş şu ara gündem Oktay’dı. Sağım, solum, önüm, ardım, gelmişim, geçmişim hep Oktay’dı.Geleceğim de o olsun istemiyordum. Bana fazlasıyla zarar veriyordu.
-Şu yukarıda teraslı bir kafe var. Ben hava almak için çıkacağım. Siz de gelmek ister misiniz?
-Efendim.
-Bir kahve ısmarlayayım diyordum.
-Teşekkür ederim ama… yüzüğümü gösteriyorum, kahkaha atıyor.
-Yanlış anlamayın lütfen, tamamen dostane. Hem eşiniz de gelebilir.
-Yok, hayır, kendisi burada değil…
-Sıkılmış gibi görünüyorsunuz,ben de yalnız oturmayı hiç sevmem. Uçuşa daha çok var. Sizin de vaktiniz varsa buyurun lütfen. İnanın kötü bir niyetim yok. Örümcek hikayesi de gerçek, bakın.
Parmaklarının arasındaki çoktan ölmüş olan zavallı örümceği burnuma doğru uzatması rahatsız edici olsa da teklifini kabul etmiştim. Haklıydı, çok sıkılmıştım. Biraz havam değişebilirdi.
-İyi, peki. Ama ben kötü bir konuşmacıyımdır. Daha çok dinlemeyi severim. O da dalıp gitmezsem…. ki bu çok sık olur. Yani uygun bir sohbet arkadaşı değilim, bilginiz olsun.
-Hiç fark etmez, köpeğimle tam üç saat muhabbet etmişliğim var benim.

-Sizin değil de onun ne anlattığını çok merak ettim. 

devamı sonra… ;)

18 Nisan 2016 Pazartesi

VEDA-2


  Şebnemde Onur da birbirlerini buldukları için çok şanslılardı.  İkisi öyle güzel anlaşırdı ki zaman zaman ilişkilerini kıskanıyor olduğumu hissederdim. Öyle kötü bir kıskançlık değildi bu. İkisini de çok seviyordum ve mutsuz olmalarını istemek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Geçmişte çok acı şeyler yaşamıştık ve olayların bende bıraktığı izler hiç silinmeyecek derinlikteydi. En azından onun güçlü oluşu, her şeyi dünde bırakıp hayatına tüm o neşeli halleriyle devam ediyor oluşu bana da güç veriyordu.
   Ufak bavulu alıp arabaya indirdim. Koltuğa oturduktan sonra telefonumu elime aldım. Şebnem’i arayıp geleceğimi haber vermeliydim. İkizim yazısını tıkladım.
“Tatlım, nasılsın?”
“Bitanem! İyiyim sen nasılsın, napıyosun?”
“Ben pek iyi değilim, ya da çok iyiyim. Ay neyse bilmiyorum işte. Ben oraya geliyorum.”
“Anlamadım!”
“Gelme diyorsan…”
“Saçmalama, gel tabi ki. Şaşırdım sadece, hayırdır?”
“Gelince anlatırım. Oktay ararsa, aramaz gerçi ya, Onur kaza geçirdi, hastanede, ben de Buket ile ilgilenmeye geliyorum, tamam mı canım?”
“Berna! Ya sen ne karıştırıyorsun, ne kazası! Hem, başka yalan mı bulamadın kızım?”
“Neyse ben hastaneye geçiyorum. Uçuşum altı gibi. Akşam görüşürüz. Kocaman, kocaman öptüm.”
“Dur bi ya. Meraktan ölürüm ben. Anlatsana, noluyo.”
“Bir şey yok tatlım, valla bak, merak etme. Gelince uzun uzun konuşuruz.”
“İyi gel hadi. Dikkatli ol ama. Umarım kötü bir şey yoktur.”
“Yok dedim ya, hadi öpüyorum.”
  Hava ne kadar da sıcaktı. Yazın ortasıydı sanki. Ankara’nın ara mevsimlerinden nefret ediyordum. Ne ilkbaharı vardı, ne de sonbaharı. Aldığım onca ince mont, hırka dolapta yıllardır öylece duruyordu. Durmaktan eskiyordu hepsi.  
  Biz de eskiyorduk. Durmaktan, durup da beklemekten. Huzuru, mutlu olmayı ya da bunları sağlayacak somut şeyleri. Ama sürekli bekliyorduk. Sahip olmanın hazzı kısa sürüyordu. Bir türlü tatmin olamıyorduk. Hemen her şeyi bir kere kullandıktan sonra kaldırıp hayatımızın bir köşesine asıyorduk. Bir gün lazım olur da kuşanırız diye. Unutuyorduk sonra. Hasta oluyor, sağlıklı olmayı diliyorduk. Sağlıklı oluşumuzu unutup başka bir şeyi beklemeye başlıyorduk. Beklediklerimiz önem sırasına göre değişiyordu da bekliyor oluşumuzun verdiği huzursuzluk geçmek bilmiyordu.
  Parkın oradaki otobüs durağının önünden geçiyordum. Normalde oldukça kalabalık olan bu durak bir nebze sakin görünüyordu. Her zaman olduğu gibi daha çok gençler vardı bekleyenler arasında. İşe gidenler, okula gidenler. Sahi okullar kapanmamış mıydı hala? Önünde durup, Sıhhiye’ye kadar birkaç kişiyi alabileceğimi söylemeyi düşündüm. Arada yapardım öyle. Özellikle de kışın, çok soğuk olduğu zamanlarda. Sonra vazgeçtim. Kızılay’daki patlamadan sonra binmek isteyen olacağını sanmıyordum.
   Dünyanın dengesizlik ve vahşet üzerine kurulu bir düzeni vardı ve bundan nefret ediyordum. Keşke daha soğukkanlı olabilseydim. Soğukkanlı ve de umursamaz. Yaşamak belki de daha dayanılır hale gelirdi. Bir kere, başımı yastığa koyar koymaz uyuyabilirdim. Sonra, Oktay’a bu kadar aldırış etmezdim. Kaçmayı tercih etmek yerine, kabıma sığar, bir iki de çocuk yapardım. Kendimden başka uğraşacak ufak insanlarım olurdu. Onlarla birlikte büyür, çoğalırdım. Kulağa hoş geliyordu ancak gerçekte nasıl olacağını görebiliyordum. Daha konusunun açılmasına bile tahammül edemiyorduk. Son tartışmamızın bile sebebi buydu.
“Ben çocuk falan bakamam Oktay, ne çocuğu! Bizim birbirimize faydamız yok.”
 “Öyle deme hayatım. Ufacık şey, ne kadar zor olabilir ki.”
“O ufacık şey dediğin, sırf senin ev içerisindeki sorumluluklarını ikiye katlayacak. Benim hali hazırda böyle bir boşluğum olmadığından, eskisi gibi ayaklarını koltuğa uzatıp, elinde telefon saatlerce vakit öldüremeyeceksin. En azından nöbette olduğum geceler, sırf mecbur olduğundan bebeğin ihtiyaçlarıyla ilgilenmen gerekecek. Sen bunları yapabileceksen benim için hava hoş.”
“O zaman bu dört duvar arasında birbirimizi yiyip duralım. Tartışmalarımızın hepsi fazla boş kaldığımızdan, farkında değil misin?”
“Aramızda rahat olan sensin Oktaycığım, benim öyle bir boşluğum yok maalesef. Hem çocuk dediğin öyle boş zaman meşgalesi değil. Sen ciddiyetinin farkında değilsin galiba. Hayır, bir de yardım ederim tabi, neden etmeyeyim falan diyeceğin yerde neler söylüyorsun. Bunları söylesen belki de…”
“ Her şeyin doğrusunu sen biliyorsun zaten. Aman neyse ney!”
  İki hafta boyunca sırf şu tartışma yüzünden surat astı durdu. Hiç tahammül edemiyordum küsen erkeğe. Oysa birazcık olsun anlayabilse. Neler yaşadığımı, neler hissettiğimi, gerçekte neye ihtiyaç duyduğumu... Ben daha iyileşemedim bile. Hala yaralarımı sarmaya, kabullenmeye uğraşıyorum. Bir bilebilse, belki de bu sorun bana bu kadar ürkütücü gelmeyecekti. Öyle ya. Sorun olarak gördüğüm bir şeyi, zaten çok da rayında olmayan hayatıma nasıl alabilirdim?

Devamı gelecek… ;)

16 Nisan 2016 Cumartesi

VEDA



   Çok geç kaldım, çok! Hayata, sana ve senden kalanlara. Zihnimdeki ve gözümün gördüğü senlerin hepsini toplayıp da hayalimi yaşamaya çok ama çok geç kaldım. Şimdi bir karmaşanın içerisindeyim. Nefes alıyormuş gibi yapıyorum. Aldığım her nefesin yüreğimdeki ateşi güçlendirdiğini saklamak boş bir çaba. Ve ben artık o çabanın kimsesiz kölesiyim, kaçacak yer bulamıyorum. Gerçekte olduğum şey değilim artık. Doğaüstü bir hal benim halim, kimyada yeri yok. Yapacak bir şey olmadığı gibi, bir şey yapmaya değmeyecek kadar geç artık.  
  Kapana kısılmış gibi hissediyorum. Etrafım duvarlarla çevrili sanki. Her türlü maddi olanağım var ama kendimde adım atacak gücü bulamıyorum. Yaşantısının ardına saklanan bir korkağım ben. İşte o korkağı öldürmek günü bugün. Bugününü de, geçmişini de satıp savmak; gerekirse tüm örtülerini kaldırıp atmak günü. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp, gözlerinin içine bakıp;
 “Bana bak aptal. Yeter artık, kendine gel. Acıysa acını yaşa, ağla, zırla, gerekirse çıldır ama artık kendine gel. Korkma artık, senin canını bu dünyada daha fazla ne yakabilir. Bırak bu göstermelik hayatı. Başka bir karakterin dublörü olmayı bırak artık. Kır bütün zincirlerini, bugün ve geçmişle olan tüm bağlarını kopar. Seni şimdide tutan neyin var, neyin yoksa sat ve git buralardan. Sonunun hastanede gördüğün o zavallı ihtiyar gibi olmasını istemiyorsan kaç git.” deme günü.
  Yastığa başımı koyduğumda aklımdan geçenler bunlardı. Öyle heyecanlanmıştım ki. Dilimde yıllardır duyumsamadığım bir tat belirmişti. İçimde saf bir huzur ve rahatlama hissi ile hemencecik uykuya daldım.
  Rüyamda beyaz badanalı, sırt sırta vermiş evlerle bezeli yüksekçe bir tepenin üzerindeydim. Tepenin eteklerinde masmavi bir deniz sonsuzluğa uzanıyordu. Gün doğumunun en güzel tonları gökyüzünü kızıllara boğmuştu ve tatlı bir esinti yüzümü okşuyordu. Kollarımı iki yana doğru açıp başımı göğe kaldırdım. İçime, karşı koyamadığım bir hafiflik doldu. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Korku, endişe, beni mutsuz eden tüm duyguları yer küreye saplayıp göğe yükseliyordum.
  Uyandığımda yatağın diğer yanı boştu. Hayatımdaki yerini bir türlü tanımlayamadığım adam çoktan uyanmıştı. Banyodan suyun sesi geliyordu. Gördüğüm rüyanın ve gece aldığım kararların da etkisini yüzümden anlamak mümkündü. İçimdeki ateş sönmüş, dudaklarıma ince bir tebessüm yerleşmişti. Nefes alıp vermek artık acı vermiyordu. Bu muydu yani dedim, bu kadar kolay mıydı? Bilseydim… daha önceden…
  Aslında hala değişen bir şey yoktu. Yani henüz. Bir kez daha geçmesini bekleyemezdim. Olmaz, yapamam diye düşündüm. Hemen İstanbul’a tek yönlü bilet alacaktım. Uçuş 18:15’ teydi. Hazırlanmak için yeterince zamanım var diye düşündüm. Ama önce hastaneye uğramam ve izin yazdırmam gerekiyordu.
  Küçük boy bavulu, dolabın üzerinden indirip yere koydum. Dolaptan iki kot pantolon, üç beş tişört, birkaç atlet ile çamaşır, ince bir de hırka alıp yerleştirdim.
  Banyo faslı bitmiş olacak, suyun sesi kesildi. Kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Kapı açıldı. Havlunun altındaki bir çift bacak bavulun yanına kadar gelip, durdu. Bir taraftan da havlunun bir ucuyla kulağını kurulamaya çalışıyordu.
“Hayırdır hayatım, bu bavul da neyin nesi?”
 Soru sormasını beklemiyordum aslında. Epeydir konuşmuyorduk. Bu nedenle de ne söyleyeceğimi planlamamıştım. Belli belirsiz bir sessizliğin ardından yüzüne bakmaksızın; “İstanbul’a gidiyorum. Gece Şebnem’den telefon geldi, Onur kaza geçirmiş, hastanedeymiş. Ciddi bir şey yokmuş ama bir süre hastanede kalması gerekiyormuş. Benden ufaklıkla ilgilenmemi rica etti.” Deyiverdim. Sözcükler ağzımdan öyle seri ve de öyle net çıkmıştı ki neredeyse ben bile doğru olduğuna inanacaktım.
“Şebnem’in derdi bitmez zaten. Nedense her seferinde seni arıyor. Sanki bizim işimiz gücümüz yok.” İşte, beni bıktıran ve artık maruz kalmak istemediğim meşhur Oktay tavrı tam olarak buydu.
“Ne olur başlama yine. Çekemem valla giderayak.” Dedim. Tartışmanın uzamamasını umuyordum.
“Aman neyse ney! Ne zaman dönersin?”
“Bir gideyim de.”
“İyi, git.”

“Neyse ben duşa giriyorum. Görüşemezsek eğer hoşça kal.” Dedim. Sonrası sessizlik.

Devamı gelecek..

14 Nisan 2016 Perşembe

Büyük Pişmanlığım; AŞKA KİLİT

  Olmuş olmuş. Gecenin bir yarısı olmuş. Saat 00'ı geçip de hala uykuya dalmamış olmak kör bir kuyunun kenarında sallana sallana dolanmak gibi. Düşmen gerektiğini bilirsin ancak yaklaşmak dahi istemezsin. Kuyunun bu tarafı ne olup bittiğini az çok bildiğin taraftır. Diğer taraf ise karanlık. Hangi rüyanın içerisinde kaybolacağını kestiremezsin. O rüyalardan birinde son nefesini vermeyeceğinin garantisi yoktur.

   Ah gençliğim. Ah çok çok eskilerde kalanım. Körpe ruhum. Yatağa dertsiz tasasız girdiğim günlerim. Ne çok özlüyorum bazen aynadaki yirmili, otuzlu yaşlarımı.
Geleceğe karşı kaygısızlığımın gözlerimde pekiştirdiği canlılığı.  Şimdi gözbebeklerim puslu, göz küremin çevresi tomar tomar buruşuk deri katmanlarıyla çevrili.

  Ne çok beklentim olmuş yaşlanmaktan. Aşık olmak geçmiş defterlerin hanesinde kalacaktı örneğin. En son sevdiğim bugün yatağımda uyumakta olan zatı muhterem olacaktı. Torun torba sevip, eşe dosta ziyafetler veren nur yüzlü bir babaanne, anneanne olacaktım. Kırıp dizimi oturacaktım hanemin bir köşesinde. Evim barkım tek olacaktı, varım yoğum ahiretliğim...

  Yaş almak diye adlandırarak boyadıkları gönül gözümmüş meğer. Gönül yaşlanmıyormuş hiç. Şu aptallığa doymayan buruşuk kafa, yaşlandıkça ağarıyor, ağırlaşıyor da, derde tasaya dur diyemiyormuş.

  Zamanında atmasına izin vermem gerekiyormuş aşk aşk diye çarpan kalbimi, bilemedim. Huzurdan öte seçenek yok dedim, ben aklı büyük olanlardanım, aşk da neymiş dedim. Bugün evlilik kararını aldığım yer, zaman, boyut her anı didik didik aklımda.

   Zamanı durdurmak mümkün olsaydı eğer o günden bir yıl öncesinde durdurmak isterdim. Aşka hayır dediğim o gecenin akşamında. Kalbim yanında telaşla çırpınıp da nefesimi kesiyorken, tüm hücrelerime ecel terleri döktürüyorken. Korkmak da neymiş, aşktan kaçacak kadar gerçeklerden korkulur mu? Bu gri dünyadan korkulur mu? Ne saçmalık, nasıl da büyük aptallık. Şimdi geri dönüş mümkün olsa geçen tüm o karanlık günleri geri sarıp da yanına dönmek, göğsünde nefes aldığım o bir saate dönmek isterdim. Bir saatçik daha kalbinin atışlarında eriyip, son nefesimi vermek isterdim. Yaşadığım onlarca sene hep bunu istedim.  

    Çoktan uyumuştur şimdi. Yaşlanmanın erkek ile kadındaki en zıt belirtisi. Uyku ile uykusuzluk.

    Erkeklere özenmek ile geçen bir ömür sonrasında yine aynı noktaya geliyorum işte. Bugün böyle hissedeceğimi bilseydim yirmi yıl önce yine o kadar güçlü bir yaşama arzusu duyar mıydım acaba. Hasta yatağında sadece nefes alıp vermelerden ibaret yaşantımı, ait olduğumu sandığım adamın sesine tutunup da sürdürmeye çabalar mıydım, bilemiyorum.

   Gereksiz sorgulamalar, itici ve de karmaşık düşünceler; işte geldi benim uyku kaçıranlarım.

-Vay vay vay! Hoş geldiniz efendim, ne alırdınız?
….
-Fazla kalmaya niyetliyseniz ben bir sigara yakacağım, siz de ister misiniz?
…..

-Aaa, yapmayın ama! Kim demiş düşüncelerin kötü alışkanlığı yoktur diye. Siz, benim istediğim ne varsa yapmaya mecbursunuz. Buyrun, buyrun. Hem belki biraz duman altı olur, kaybolursunuz da uykuya giden bir açıklık kalır kuyunun ağzında.