Şebnemde
Onur da birbirlerini buldukları için çok şanslılardı. İkisi öyle güzel anlaşırdı ki zaman zaman
ilişkilerini kıskanıyor olduğumu hissederdim. Öyle kötü bir kıskançlık değildi
bu. İkisini de çok seviyordum ve mutsuz olmalarını istemek aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Geçmişte çok acı şeyler yaşamıştık ve olayların bende bıraktığı
izler hiç silinmeyecek derinlikteydi. En azından onun güçlü oluşu, her şeyi dünde
bırakıp hayatına tüm o neşeli halleriyle devam ediyor oluşu bana da güç
veriyordu.
Ufak
bavulu alıp arabaya indirdim. Koltuğa oturduktan sonra telefonumu elime aldım.
Şebnem’i arayıp geleceğimi haber vermeliydim. İkizim yazısını tıkladım.
“Tatlım,
nasılsın?”
“Bitanem!
İyiyim sen nasılsın, napıyosun?”
“Ben
pek iyi değilim, ya da çok iyiyim. Ay neyse bilmiyorum işte. Ben oraya
geliyorum.”
“Anlamadım!”
“Gelme
diyorsan…”
“Saçmalama,
gel tabi ki. Şaşırdım sadece, hayırdır?”
“Gelince
anlatırım. Oktay ararsa, aramaz gerçi ya, Onur kaza geçirdi, hastanede, ben de
Buket ile ilgilenmeye geliyorum, tamam mı canım?”
“Berna!
Ya sen ne karıştırıyorsun, ne kazası! Hem, başka yalan mı bulamadın kızım?”
“Neyse
ben hastaneye geçiyorum. Uçuşum altı gibi. Akşam görüşürüz. Kocaman, kocaman
öptüm.”
“Dur
bi ya. Meraktan ölürüm ben. Anlatsana, noluyo.”
“Bir
şey yok tatlım, valla bak, merak etme. Gelince uzun uzun konuşuruz.”
“İyi
gel hadi. Dikkatli ol ama. Umarım kötü bir şey yoktur.”
“Yok
dedim ya, hadi öpüyorum.”
Hava ne kadar da sıcaktı. Yazın ortasıydı
sanki. Ankara’nın ara mevsimlerinden nefret ediyordum. Ne ilkbaharı vardı, ne
de sonbaharı. Aldığım onca ince mont, hırka dolapta yıllardır öylece duruyordu.
Durmaktan eskiyordu hepsi.
Biz de
eskiyorduk. Durmaktan, durup da beklemekten. Huzuru, mutlu olmayı ya da bunları
sağlayacak somut şeyleri. Ama sürekli bekliyorduk. Sahip olmanın hazzı kısa
sürüyordu. Bir türlü tatmin olamıyorduk. Hemen her şeyi bir kere kullandıktan
sonra kaldırıp hayatımızın bir köşesine asıyorduk. Bir gün lazım olur da
kuşanırız diye. Unutuyorduk sonra. Hasta oluyor, sağlıklı olmayı diliyorduk.
Sağlıklı oluşumuzu unutup başka bir şeyi beklemeye başlıyorduk. Beklediklerimiz
önem sırasına göre değişiyordu da bekliyor oluşumuzun verdiği huzursuzluk geçmek
bilmiyordu.
Parkın
oradaki otobüs durağının önünden geçiyordum. Normalde oldukça kalabalık olan bu
durak bir nebze sakin görünüyordu. Her zaman olduğu gibi daha çok gençler vardı
bekleyenler arasında. İşe gidenler, okula gidenler. Sahi okullar kapanmamış
mıydı hala? Önünde durup, Sıhhiye’ye kadar birkaç kişiyi alabileceğimi
söylemeyi düşündüm. Arada yapardım öyle. Özellikle de kışın, çok soğuk olduğu
zamanlarda. Sonra vazgeçtim. Kızılay’daki patlamadan sonra binmek isteyen
olacağını sanmıyordum.
Dünyanın dengesizlik ve vahşet üzerine kurulu
bir düzeni vardı ve bundan nefret ediyordum. Keşke daha soğukkanlı
olabilseydim. Soğukkanlı ve de umursamaz. Yaşamak belki de daha dayanılır hale gelirdi.
Bir kere, başımı yastığa koyar koymaz uyuyabilirdim. Sonra, Oktay’a bu kadar
aldırış etmezdim. Kaçmayı tercih etmek yerine, kabıma sığar, bir iki de çocuk
yapardım. Kendimden başka uğraşacak ufak insanlarım olurdu. Onlarla birlikte
büyür, çoğalırdım. Kulağa hoş geliyordu ancak gerçekte nasıl olacağını
görebiliyordum. Daha konusunun açılmasına bile tahammül edemiyorduk. Son
tartışmamızın bile sebebi buydu.
“Ben
çocuk falan bakamam Oktay, ne çocuğu! Bizim birbirimize faydamız yok.”
“Öyle deme hayatım. Ufacık şey, ne kadar zor
olabilir ki.”
“O
ufacık şey dediğin, sırf senin ev içerisindeki sorumluluklarını ikiye
katlayacak. Benim hali hazırda böyle bir boşluğum olmadığından, eskisi gibi
ayaklarını koltuğa uzatıp, elinde telefon saatlerce vakit öldüremeyeceksin. En
azından nöbette olduğum geceler, sırf mecbur olduğundan bebeğin ihtiyaçlarıyla
ilgilenmen gerekecek. Sen bunları yapabileceksen benim için hava hoş.”
“O
zaman bu dört duvar arasında birbirimizi yiyip duralım. Tartışmalarımızın hepsi
fazla boş kaldığımızdan, farkında değil misin?”
“Aramızda
rahat olan sensin Oktaycığım, benim öyle bir boşluğum yok maalesef. Hem çocuk
dediğin öyle boş zaman meşgalesi değil. Sen ciddiyetinin farkında değilsin
galiba. Hayır, bir de yardım ederim tabi, neden etmeyeyim falan diyeceğin yerde
neler söylüyorsun. Bunları söylesen belki de…”
“
Her şeyin doğrusunu sen biliyorsun zaten. Aman neyse ney!”
İki hafta
boyunca sırf şu tartışma yüzünden surat astı durdu. Hiç tahammül edemiyordum
küsen erkeğe. Oysa birazcık olsun anlayabilse. Neler yaşadığımı, neler
hissettiğimi, gerçekte neye ihtiyaç duyduğumu... Ben daha iyileşemedim bile.
Hala yaralarımı sarmaya, kabullenmeye uğraşıyorum. Bir bilebilse, belki de bu sorun
bana bu kadar ürkütücü gelmeyecekti. Öyle ya. Sorun olarak gördüğüm bir şeyi,
zaten çok da rayında olmayan hayatıma nasıl alabilirdim?
Devamı gelecek… ;)
Oktay a gıcık oldum:/
YanıtlaSilİtici bir tip di mi,ama daha dur ;)
Silİtici bir tip di mi,ama daha dur ;)
SilBen de gıcık oldum,ancak öyle güzel her iki taraf olarak,empati kurarak yazmışsınız ki daha karar vermek için çok erken,kim haklı diye bakmadan okumaya devam edeceğim,Sanırım erkekelerin yetiştirilme tarzında bir sorun var.( veda 21 )lerde okudum geri döndüm merakla devam.
YanıtlaSil