18 Nisan 2016 Pazartesi

VEDA-2


  Şebnemde Onur da birbirlerini buldukları için çok şanslılardı.  İkisi öyle güzel anlaşırdı ki zaman zaman ilişkilerini kıskanıyor olduğumu hissederdim. Öyle kötü bir kıskançlık değildi bu. İkisini de çok seviyordum ve mutsuz olmalarını istemek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Geçmişte çok acı şeyler yaşamıştık ve olayların bende bıraktığı izler hiç silinmeyecek derinlikteydi. En azından onun güçlü oluşu, her şeyi dünde bırakıp hayatına tüm o neşeli halleriyle devam ediyor oluşu bana da güç veriyordu.
   Ufak bavulu alıp arabaya indirdim. Koltuğa oturduktan sonra telefonumu elime aldım. Şebnem’i arayıp geleceğimi haber vermeliydim. İkizim yazısını tıkladım.
“Tatlım, nasılsın?”
“Bitanem! İyiyim sen nasılsın, napıyosun?”
“Ben pek iyi değilim, ya da çok iyiyim. Ay neyse bilmiyorum işte. Ben oraya geliyorum.”
“Anlamadım!”
“Gelme diyorsan…”
“Saçmalama, gel tabi ki. Şaşırdım sadece, hayırdır?”
“Gelince anlatırım. Oktay ararsa, aramaz gerçi ya, Onur kaza geçirdi, hastanede, ben de Buket ile ilgilenmeye geliyorum, tamam mı canım?”
“Berna! Ya sen ne karıştırıyorsun, ne kazası! Hem, başka yalan mı bulamadın kızım?”
“Neyse ben hastaneye geçiyorum. Uçuşum altı gibi. Akşam görüşürüz. Kocaman, kocaman öptüm.”
“Dur bi ya. Meraktan ölürüm ben. Anlatsana, noluyo.”
“Bir şey yok tatlım, valla bak, merak etme. Gelince uzun uzun konuşuruz.”
“İyi gel hadi. Dikkatli ol ama. Umarım kötü bir şey yoktur.”
“Yok dedim ya, hadi öpüyorum.”
  Hava ne kadar da sıcaktı. Yazın ortasıydı sanki. Ankara’nın ara mevsimlerinden nefret ediyordum. Ne ilkbaharı vardı, ne de sonbaharı. Aldığım onca ince mont, hırka dolapta yıllardır öylece duruyordu. Durmaktan eskiyordu hepsi.  
  Biz de eskiyorduk. Durmaktan, durup da beklemekten. Huzuru, mutlu olmayı ya da bunları sağlayacak somut şeyleri. Ama sürekli bekliyorduk. Sahip olmanın hazzı kısa sürüyordu. Bir türlü tatmin olamıyorduk. Hemen her şeyi bir kere kullandıktan sonra kaldırıp hayatımızın bir köşesine asıyorduk. Bir gün lazım olur da kuşanırız diye. Unutuyorduk sonra. Hasta oluyor, sağlıklı olmayı diliyorduk. Sağlıklı oluşumuzu unutup başka bir şeyi beklemeye başlıyorduk. Beklediklerimiz önem sırasına göre değişiyordu da bekliyor oluşumuzun verdiği huzursuzluk geçmek bilmiyordu.
  Parkın oradaki otobüs durağının önünden geçiyordum. Normalde oldukça kalabalık olan bu durak bir nebze sakin görünüyordu. Her zaman olduğu gibi daha çok gençler vardı bekleyenler arasında. İşe gidenler, okula gidenler. Sahi okullar kapanmamış mıydı hala? Önünde durup, Sıhhiye’ye kadar birkaç kişiyi alabileceğimi söylemeyi düşündüm. Arada yapardım öyle. Özellikle de kışın, çok soğuk olduğu zamanlarda. Sonra vazgeçtim. Kızılay’daki patlamadan sonra binmek isteyen olacağını sanmıyordum.
   Dünyanın dengesizlik ve vahşet üzerine kurulu bir düzeni vardı ve bundan nefret ediyordum. Keşke daha soğukkanlı olabilseydim. Soğukkanlı ve de umursamaz. Yaşamak belki de daha dayanılır hale gelirdi. Bir kere, başımı yastığa koyar koymaz uyuyabilirdim. Sonra, Oktay’a bu kadar aldırış etmezdim. Kaçmayı tercih etmek yerine, kabıma sığar, bir iki de çocuk yapardım. Kendimden başka uğraşacak ufak insanlarım olurdu. Onlarla birlikte büyür, çoğalırdım. Kulağa hoş geliyordu ancak gerçekte nasıl olacağını görebiliyordum. Daha konusunun açılmasına bile tahammül edemiyorduk. Son tartışmamızın bile sebebi buydu.
“Ben çocuk falan bakamam Oktay, ne çocuğu! Bizim birbirimize faydamız yok.”
 “Öyle deme hayatım. Ufacık şey, ne kadar zor olabilir ki.”
“O ufacık şey dediğin, sırf senin ev içerisindeki sorumluluklarını ikiye katlayacak. Benim hali hazırda böyle bir boşluğum olmadığından, eskisi gibi ayaklarını koltuğa uzatıp, elinde telefon saatlerce vakit öldüremeyeceksin. En azından nöbette olduğum geceler, sırf mecbur olduğundan bebeğin ihtiyaçlarıyla ilgilenmen gerekecek. Sen bunları yapabileceksen benim için hava hoş.”
“O zaman bu dört duvar arasında birbirimizi yiyip duralım. Tartışmalarımızın hepsi fazla boş kaldığımızdan, farkında değil misin?”
“Aramızda rahat olan sensin Oktaycığım, benim öyle bir boşluğum yok maalesef. Hem çocuk dediğin öyle boş zaman meşgalesi değil. Sen ciddiyetinin farkında değilsin galiba. Hayır, bir de yardım ederim tabi, neden etmeyeyim falan diyeceğin yerde neler söylüyorsun. Bunları söylesen belki de…”
“ Her şeyin doğrusunu sen biliyorsun zaten. Aman neyse ney!”
  İki hafta boyunca sırf şu tartışma yüzünden surat astı durdu. Hiç tahammül edemiyordum küsen erkeğe. Oysa birazcık olsun anlayabilse. Neler yaşadığımı, neler hissettiğimi, gerçekte neye ihtiyaç duyduğumu... Ben daha iyileşemedim bile. Hala yaralarımı sarmaya, kabullenmeye uğraşıyorum. Bir bilebilse, belki de bu sorun bana bu kadar ürkütücü gelmeyecekti. Öyle ya. Sorun olarak gördüğüm bir şeyi, zaten çok da rayında olmayan hayatıma nasıl alabilirdim?

Devamı gelecek… ;)

4 yorum:

  1. Ben de gıcık oldum,ancak öyle güzel her iki taraf olarak,empati kurarak yazmışsınız ki daha karar vermek için çok erken,kim haklı diye bakmadan okumaya devam edeceğim,Sanırım erkekelerin yetiştirilme tarzında bir sorun var.( veda 21 )lerde okudum geri döndüm merakla devam.

    YanıtlaSil