29 Aralık 2016 Perşembe

2016-20...

  Acılarla dolu bir yılı geride bırakıyoruz. Oysa takvim üzerindeki rakamlardan başka değişen bir şey yok. Yine de umut ediyor insan; YAŞAYABİLMEK için. Savaşın, patlayan bombaların, hunharca katledilen çocuklukların geride kaldığını; akla hayale sığmayan tüm GÜZEL şeylerin bu kez İYİLERİ beklediğini (üstelik bu dünyada) ve daha bir çok şeyi.
   Kim bilir, BELKİ... 
-Kar ve serendi- 
 Karalama defterimden

13 Aralık 2016 Salı

  Ne yazık ki son zamanlarda gerek iş yükümün artması gerekse bir takım sağlık problemleri yaşamam nedeniyle bloğuma yazamıyorum. Hatta sevdiğim ve yazılarını ilgi ile takip ettiğim bir çok arkadaşımın bloglarına dahi uğrayamadım. İnşallah en kısa zamanda dönmeye çalışacağım. 
  Herkese sevgiler. 

6 Kasım 2016 Pazar

VEDA 44 (Berna)

   Aklıma geldikçe delirecek gibi oluyordum. Kıskançlık ya da içinde sevgi kırıntısı barındıran herhangi bir duygu değildi hissettiğim. Kızıyordum. Beni aptal yerine koyan tüm o insanlara, belki de daha çok kendime kızıyordum.  
    Telefon çaldığında hastanenin girişindeydim. Oktay’ın sekreteri arıyordu. Ameliyat ettiği hastası gelmiş, ısrarla kendisini görmek istiyormuş. İzinden ne zaman döneceğini soruyordu. Kendisiyle yarım saat önce konuştuğumuzu, hala yoğun bakımda olduğunu söylediğimde ve neden zırt pırt aradığını sorduğumda Oktay’ın durumundan haberi olmadığına, çok üzüldüğüne ve şaşırdığına dair bir dolu laf sıralamıştı. Ben daha önce kim bilir kiminle konuşmuşum? Öğrenmek falan istemiyordum. Oktay’a aldığım eşyaları ve cüzdanını ağabeye verdikten sonra Onur’u bile görmeden çıktım, taksiye bindim.
    Bizim araba havaalanındaydı. Belki nereye park ettiğini bulamayacaktım ama tek tek aramaya razıydım. Olmadı bir uçağa biner giderdim. Halihazırda yirmi gün iznim vardı. Zaten İstanbul’a bunun için gelmemiş miydim? Artık kalmam için de bir sebep kalmamıştı.
   Taksinin arka koltuğunda, camın önüne dirseğimi dayamış oturuyordum. “Kaçmak çözüm değil” dedi bir ses. “Bekle de biraz konuşalım. Üstelik her şeyi yanlış anlıyorsun.” “Artık konuşmak istemiyorum.” Dedim. “Anlamadım?” Dedi, taksinin iri yarı, arabaya tıkıştırılmış görünümlü şoförü. “Size söylemedim.” Diye cevap verince koltuğuna gömüldüğünü fark ettim.
   Camın dışında, yansımamın olması gerektiği yerde Oktay’ın silueti vardı. Kafa kafaya vermiş oturuyorduk. Yolu çevreleyen ağaçların ya da yüksek binaların gölgesinden geçerken belirginleşiyor; güneş içeri sızdığı anda silikleşiyordu. “Gelme” dedim “artık seni bile görmek istemiyorum.” “Hastasın sen, bensiz yapamazsın.” Dedi alt geçide girmeden hemen önce.  Yanılıyordu.
   Havaalanına girdikten sonra bir süre ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım çarkı döndüremiyordum, kafamın içi bomboştu. Sanki bembeyaz bir ışıkla çevrelenmiş gibiydim. Aydınlık beni düşünemez hale getirmişti. Etrafta dolanan insanlar vardı ancak teki bile alanı dolduran eşyalardan farklıymış gibi gelmiyordu. Ben de düşünmekten vazgeçtim. Zaten bir planım yoktu. O andan sonra da olacak değildi. Otoparka yöneldim. Tek tek katları gezmeye başladım. Yarım saat kadar sonra ateş kırmızısı tamponu gözüme çarptı. Anahtarı çıkardım. Kapıyı açmamla birlikte o bildik koku burnuma doldu. Midemin bulanmasına ve sabah yediğim omletin, içindeki maydanoz kalıntılarıyla birlikte ön lastikleri boyamasına engel olamamıştım. Bulantı o kadar fazlaydı ki, ağlamaya başladım. Öyle hıçkırarak falan değil ama sarsılarak. Nereden ve neden geldiğini anlayamadığım gözyaşları ara ara öğürmelerle kesiliyor sonra yeniden akmaya devam ediyordu. 
   Anahtarı ön koltuğa attım, kapıyı kapattım, otoparktan ayrıldım. Bir tuvalet bulup yüzümü yıkadım. Daha iyi hissediyordum. Tuvaletin giriş kapısının hemen karşısında boş bir tezgah vardı. Oraya çıkıp oturdum. Duvardaki prizlerden birine telefonumu taktım. Şarjı bitmek üzereydi. 
   Seyahat acentelerinin sitelerinde dolanmaya başladım. Kendime bir tur arıyordum. Bugün ya da yarın çıkışlı bir seyahat bulamadım. Avrupa’nın herhangi bir yerine giden uçakların bilet fiyatlarına baktım. Dubrovnik’te karar kılmıştım. Uçuşa sadece birkaç saat vardı. Önce bileti sonra da yurt dışı harç pulunu alacaktım. Dış hatların olduğu kata gitmek üzere tuvaletten çıktım. 

25 Ekim 2016 Salı

VEDA 43 (Oktay)

    Ameliyatın üzerinden daha bir gün bile geçmemiş olmasına rağmen, sanki günlerdir o yataktan çıkmıyormuş gibiydim. Kaç kez uyudum, bilmiyordum. Ancak her uykuya dalışımda sanki yeni bir geceyi sabaha kavuşturmuşum hissiyle uyanıyordum.  Sırtım ağrıyordu. Ağrıyı hafifletmek üzere gövdemi sağa doğru çevirmeye çalıştığım anda göğsümde keskin bir sızı hissettim. Yastığımın yanı başında duran PCA butonunu aldım, birkaç kez bastım. Artık daha az acı hissediyordum ancak dilim damağım halen kupkuruydu. Keşke birkaç yudum su içebilseydim. İlk defa sigaradan başka bir şeyi bu kadar çok istiyordum.
  Berna, buralarda olmalıydı. Sabah bir ara Onur uğramıştı. Konuşmak istemiyordum o zevzekle, uyuyormuş gibi yaptım. Bir süre başımda dikildi, deskteki hemşirelere bir şeyler sordu, sonra da gitti. Karımı görebilmeyi çok istiyordum. Her tarafından hortumlar sarkan birisi için basit bir istek olsa gerekti. Üstelik büyük bir ameliyat geçirmiştim. Anlattıkları kadarıyla birkaç kez arrest olmuşum. İlkinde Berna döndürmüş beni. Havaalanında. İlk müdahaleyi o yapmış. Şu an yaşıyor olmamı büyük oranda ona borçluymuşum.
  Kendime geldiğim andan beri sürekli dua ediyordum. Hatırladığım bütün sureleri defalarca kez okudum. Şükürler ettim. Daha önce yaşamayı bu kadar istediğim bir anı hatırlamıyordum. Yaşamak, yaşarken değil de ölümün kıyısındayken önem kazanmıştı. Zaten hep öyle olmaz mı? Ne kadar da saçma.
  Yaşamamı isteyen tek kişi ben değildim üstelik. Sabahtan beridir yarım saatte bir gelip ilacımı ayarlayan, drenleri ve idrar çıkışımı takip eden hemşire de bunu fazlasıyla istiyormuş gibi görünüyordu. Ya da sadece işini iyi yapıyordu kim bilir.
  Ünitede yaklaşık bir düzine hasta vardı ancak görebildiğim kadarıyla benim dışımdakilerin çoğu entübeydi. Yakında buradan çıkarım diye düşündüm. Doktoruma sormak istiyordum ancak henüz kendisini görememiştim. Uyuduğum sırada gelmiş olmalıydı. Hemşire ateşimi ölçmek üzere yanıma yaklaştığında ona sordum. 
 “Öğleden sonra özel oda boşalacak, sizi oraya alacağız doktor bey.” dedi. Ona biraz da mahcup bir şekilde karımı görüp görmediğini sordum. Görmemişti.
  Yaklaşık bir saat kadar sonra aynı kızcağız tekrar geldi ve servise geçeceğimi haber verdi. Hemen arkasından açık mavi önlüklü zayıfça bir oğlan sedyeyi önü sıra iterek yatağımın yanına yaklaştırdı. Vücudumun dört bir yanından sarkmakta olan kabloları, hortumları ve uçlarında sallanan zımbırtıları düzenledikten sonra getirmiş olduğu sedyeye kaymam gerektiğini söyledi. Hemen öncesinde ise hemşire hanım beni, yanı başımda duran monitörden ayırıp, sedyenin ayak kısmında duran seyyar monitöre bağlamıştı. Sedyeye geçtiğimde üzerimde sadece çarşaf vardı. Ne bir önlük, ne de bana ait başka bir şey.  
  Yoğun bakımdan çıkar çıkmaz önce asansöre bindik. KVC servisi bir üst kattaydı. Daha önce hiç sedye ile hareket etmemiştim. Tuhaf geliyordu. Evimde bile olmadığım kadar çıplak bir şekilde, yabancı bir sürü insanın arasında uzanmış yatıyordum. Odam, uzun servis koridorunun en sonundaydı. Oraya ulaşana kadar her hasta odasının kapısında en az bir kişi vardı ve geçişimi izliyordu. Ya insanların işi gücü yoktu ya da gerçekten ilginç görünüyordum.
  Odanın kapısı açılır açılmaz sedyenin ayakucunda abim belirdi. Geldiğini bilmiyordum, çok şaşırmıştım. Beni görünce yüzüne zoraki olduğu çok belli bir gülümseme yerleştirdi. Onu hiç bu kadar çökkün görmemiştim.
   “O kadar mı kötü görünüyorum?”
   “Yok aslanım, ne kötüsü. Maşallahın var. Yırttın artık kefeni, sana bişi olmaz evelallah.” dedi.
  Sedye yatağımın yanına yaklaştığında, abim de yatağı hazırlamaya uğraşıyordu. “Berna nerede?” diye sordum. Cevap vermedi ama yüzünün asılmasına bakılırsa duymamış olamazdı. Belli ki duymazdan geliyordu. Sorumu biraz daha sesli bir tonda yeniledim. “Bırak şimdi onu. Akşama annemler burada olacak.” dedi.
 “Kaç yaşındaki kadın, getirmeyin buraya. İyiyim ben.”
 “Durmaz şimdi oralarda. Seni görmek istiyor. Serapla beraber gelecekler zaten.”
“Abi, Berna nerede, söylesene.”
“Önce bi yerleş şuraya da konuşuruz.”  Dedi. Yatağa geçerken canım çok yanmıştı. İstesem de konuşmaya devam edemezdim zaten.
  Personel oğlan, pijamam olup olmadığını sordu. Bilmiyordum. Abim refakatçi koltuğunun üzerinde duran poşetleri kurcalamaya başladı. Oradan bir don ile önü düğmeli pijama takımını çıkardı. Bu arada orta yaşlı bir hemşire içeri girmişti. Çamaşıra gerek yok dedi, boşuna giydirmeyin. “Sonda çıkmayacak mı?” diye sordum. “Doktor görsün de önce, sonra çıkaracağız.” diye cevap verdi. Bu arada pijamalarımı giymeme yardımcı oldu, ilaç şişelerini yerleştirdi, beni seyyar monitörden ayırıp yatağın yanındaki monitöre bağladı. Oksijen kanülünü de burnuma yerleştirdikten sonra odadan dışarı çıktı. Abimle baş başa kalmıştık.
  “Berna nerede?” diye sordum yeniden. “Bilmiyorum” dedi. Koltuğun üzerindeki poşetleri işaret ederek “Şunları bıraktı, sonra da hışımla çıktı, gitti.”  dedi. Bir de bu var deyip pantolonunun arka ceplerini kurcalamaya başladı. İki parmağının arasında ufak bir sim kart tutuyordu. “Seninmiş.”

23 Ekim 2016 Pazar

VEDA 42 (Berna)

   Oktay’ın valizinden fazla bir şey çıkmamıştı. Belli ki beni alıp hemen geri dönmeyi planlıyordu.  Hastanede yattığı sürece pijama ve çamaşıra ihtiyaç duyacaktı. Yolumuzun üzerinde bir alışveriş merkezi olduğunu biliyordum. Onur’a oraya gitmek istediğimi söyledim. “Hay hay.” dedi ve sustu. İfadesinde bir anormallik yoktu belki ama onun bunca süre konuşmaksızın durabilmesi hiç olağan değildi. Belki de ne haltlar yediğini anladığımın farkındaydı. Hiçbir şey söylemeyecektim. İçini o ne idiği belirsiz kuşku yesin, dursundu.
  Son zamanlarda ne çok şeye şaşırmamaya başlamıştım; bu, normal miydi? Yaşamanın, tecrübe edinmenin, insana kattığı özelliklerden biri de çabuk kanıksayabilme yeteneği olsa gerekti. Eşik değere ulaşma süreci çok sancılı geçiyordu belki ama sonunda öyle bir hale geliyordunuz ki, artık neredeyse hiçbir olay sizi etkileyebilecek kadar anlamlı ya da değerli olmuyordu. Kulağa hoş geliyor değil mi? Değil işte. Bu; içindeki çocuğun ölmesi, neşe pınarının kuruması anlamına geliyordu.  Bunun fazlasıyla farkındaydım ancak bu farkındalık yeniden hissedebilmem için yeterli değildi. Mutsuzluk, üzüntü ya da öfke duyumsamıyordum belki ama artık hiçbir şey beni mutlu da etmeyecekti. Hiçbir insanı sevemeyecektim, kadın ya da erkek fark etmeksizin. Bir robot kadar duygusuz bir şekilde anların sorunsuz geçmesi için ne yapmam gerekiyorsa onu yapacaktım. 
   İşte şimdi de bir zamanlar sahip olduğum tüm olumlu duyguları yok eden adama pijama almaya gidiyordum. Çünkü kadınlık vazifem bunu gerektiriyordu. Çünkü kadın, her ne olursa olsun; ne yaşarsa yaşasın unutmalı, affetmeli ve de eşinin ilelebet ihtiyaç duyacağı bakımı üstlenmeliydi. Erkek için böyle bir toplumsal zorunluluk yoktu. Bir miktar para kazansın ve kazandığı o parayı eve getirsin, görevi tamamlanıyordu. Bunu en belirgin hasta servislerinde anlıyordunuz. Orada erkek hastaların yanlarında, hastalığının şiddeti ne olursa olsun, mutlaka eşinin refakat ettiğini görüyordunuz. Gece gündüz, o kadın, hiç kimseden yardım almaksızın ve tek gün bile aksatmaksızın erkeğinin yanında kalırdı. Kadın hastalar ise eğer kız evlatları yoksa çoğunlukla yalnız kalıyorlardı. Belki eş akşamüzeri geliyor, beş on dakika görüyor sonra da ayrılıyordu. Hele ki kadın onkoloji hastasıysa ve tedavisinin ikinci ya da üçüncü yılındaysa, çoğunlukla eşi tarafından terk edilmiş oluyordu. Buna dayanarak belki de yapmam gereken şey hemen oracıktan uzaklaşmak, kaçmak olmalıydı ama yapamıyordum işte. Üstelik gitsem ne olacaktı. Nereye gidecektim, ne yapacaktım. Hayatta sevdiğim, değer verdiğim insanlar artık eskisi gibi değillerdi. Değişmişlerdi. Tanıyamıyordum hiçbirini. Ve hayatıma yeni insanlar almak için çok geç kalmıştım. Eski olanı düzeltmek gibi bir gayem de yoktu aslında, bunun mümkün olmayacağını biliyordum ama belki de mantığımı susturup her şeyi ve herkesi olduğu gibi kabullenmeyi başarabilirdim. Bildiklerimi unutabilirdim. Denemeye değmeyeceğinin farkındaydım ancak her şeyiyle yeni olan bir hayatı denemek çok daha fazla ürkütücü görünüyordu. Cesaretim yoktu buna.
   Alışveriş merkezine ulaşmıştık. Arabayı park edip Onurla birlikte iç çamaşırı, pijama ve eşofman satılan bir mağazaya geldik. Ben birkaç şey beğenip kasaya yönelmiştim. Onur’un telefonu çaldı. Hastaneden arıyorlarmış. Oktay’ı servise alacaklarmış. Artık yoğun bakımda kalmasına gerek yokmuş. Kıyafetlerle dolu poşetleri alıp arabanın yanına inmiştik ki, kendime bir şey almamış olduğumu fark ettim. Kim bilir ne kadar yatacaktı orada. Benim de rahat bir şeyler almam gerekiyordu. Sürekli Şebnem’den giyinmem doğru değildi. Onur’a işimin kısa süreceğini, onun gelmesine gerek olmadığını söyledim ve tekrar mağazaların olduğu kata çıktım.  Tam asansörden uzaklaşmıştım ki telefonum çaldı. Oktay’ın sim kartı hala benim telefonumda duruyordu, değiştirmeyi unutmuştum. Arayan yine şu fazla ilgili görünen sekreteriydi. Üzüntüsünü çokça yansıtan o ağlamaklı ses tonuyla Oktay’ın nasıl olduğunu, iyileşip iyileşmediğini, ne zaman kendine geleceğini ve onu ilgilendirmediğini düşündüğüm daha birçok ayrıntıyla dolu soruyu ardı ardına sıralamıştı. Ben de iyi olduğunu, servise aldıklarını söyledim. Sevindi. Hatta çok fazla sevindi. Ankara’ya ne zaman döneceğimizi soruyordu ki fazla ileri gittiğini düşündüğümden telefonu yüzüne kapattım. Yine aynı mağazaya girdim, yazlık bir eşofman takımı, birbirinin aynı iki adet tişört, birkaç tane çamaşır, bir iki tane de pijama alıp hızlıca oradan ayrıldım. 

Sanırım devam edecek ;)

21 Ekim 2016 Cuma

SAKSI DEYİP DE GEÇMEYİN (Bir Fizik Mühendisinin Dramı)

  Ben bir saksıyım. Evet evet, yanlış duymadınız; bir saksı. Başlarda yalnızca öyle hissettiğimi sanırdım ancak zamanla gerçekten de bir saksı olduğumu anladım.
  İnsanlar yanımdan öylece geçer dururlar. Aslında kıyafetlerim oldukça ilgi çekicidir. Bazen  bu sayede çocukların dikkatini çekerim. Yanıma gelirler, gülümserler, dokunmaya çalışırlar ancak annelerinin bana göz ucuyla bile bakmaksızın bileklerinden tutup çekmeleri üzerine mızmızlanarak uzaklaşırlar. Bu arada işim; içeri girene "hoş geldiniz efendim", dışarı çıkana da "iyi günler" demek. "Bir daha bekleriz" diyemiyorum. Fazla laubali olduğundan, yasak. Gülümsememin bile bir çerçevesi var. Eşi, dostu görmüş gibi değil de bir devlet büyüğünü karşılıyormuş gibi gülümsemem gerekiyor. Buraya gelen insanlar kendilerini özel hissetmeliler. Diğer türlü iki, üç gece kalacakları bir otele bir kaç aylık maaşlarını yatırmazlardı sanıyorum. 
   Evet ne diyordum? Arada böyle olur. Söyleyeceğim şeyi unuturum. Düzenli konuşmamaktan oluyor dedi doktorum. Kaslar zayıflıyormuş. Ve ne, biliyor musunuz? Konuşmaya konuşmaya, düşünmekte de körelirmiş insan. Konuşacak kimseyi bulamıyorsan bile yazmalıymışsın bu yüzden. Ne için? Düşünebilmek için. Artık düşünmeye ihtiyacım olmadığını, konuşmam da gerekmediğini söyledim doktora. Biraz da ayrıntıya girince bana hak verdi. 
   Burada çalışmaya başlamadan önce böyle değildi aslında. Zamanla oldu. Bir adım vardı, önce adımı yok saydılar, sonra da varlığımı. Aslında varlığım önemli, daha ziyade yokluğum. Orada gece yarısına kadar dikilirim, kimse fark etmez ancak yok olduğum anda, sanki her gün evlerinin kapısında onları karşılayan biri varmış da şimdi bu hayati öneme sahip kişi kaybolmuş gibi boşluğumu hissedebilirler. İşte bu yüzden döner kapının hemen iç tarafında duran o büyük saksıdan tek farkım, onun içeride benimse dışarıda duruyor olmam. 
   Aslında mutlu bir çocukluk yaşadım. Yediği önünde, yemediği ardında olanlardandım. Ta ki üniversiteyi kazanana kadar. Ne olduysa o lanet olasıca bölümü bitirdikten sonra oldu. Neden şaşırıyorsunuz canım. Benden başka böyle ayak işleri yapan üniversite mezunu yok mu sanıyorsunuz? Ne kadar da iyi niyetlisiniz. Ya da tuzu kuru mu demeliyim? Hayır hayır, lütfen alınmayın. Eminim her biriniz bulunduğunuz konumlara alnınızın teri ile, hakkınız ile gelmişsinizdir. Ve de kalıbımı basarım her biriniz namusuyla çalışan, vatanperver insanlarsınızdır. Ve burada kalmak üzere tuttuğunuz odanın tek gecelik fiyatı, benim maaşımdan fazla olduğu için de beni insan yerine koymama hakkına sahipsinizdir. 
   Neyse, ne diyordum?  Aslında bu ilk işim. Öyle yeni mezun falan sanmayın beni. Otuzumu çoktan geçtim. Neden mi işimi yapmıyorum? Güldürmeyin beni. Siz hiç bölümü ile alakalı bir işte çalışan Fizik Mühendisi duydunuz mu, onu söyleyin. Hani ben bir tane biliyorum gerçi. Koca bir dönemden tek kişi. Okul birincisiydi hergele, zehir gibiydi. Yazları da Amerika'da falan takılırdı, ablası mı yaşarmış orada ne? Su gibi İngilizce konuşurdu. Aselsan'a girdi. Başka da yok. Bir, iki arkadaşım polis oldu. Ben yaşa takıldım. Kendime çok güveniyorum ya KPSS' ye girdim bir kaç kez. Polisliğe burun kıvırdım. Sonra da yaş geçti, iş bitti. İş güvenliği sınavına girdim, yine olmadı. Kazanamadım bir türlü. Otuzuma girene kadarmış evdeki destek. Ne kadar çabaladıysam olmadı. Evdekileri iş başvurusu yaptığıma ancak hiç birine kabul edilmediğime inandıramıyordum. Aylaklık etmekten, ana baba parası yemekten zevk aldığımı sanıyorlardı. Oysa ne iş olsa yapacak hale gelmiştim. 
   Sonunda  çözümü buldum. CV' mi değiştirdim. Orada üniversite değil de lise mezunu yazıyordu artık. "Mühendis" ibaresi kaybolur kaybolmaz eskiden başvurup da alınmadığım bir kaç iş yerinden görüşmeye çağrıldım. İçlerinde şartları en iyi olan bu idi. O yüzden şimdi buradayım. Ve inanın şikayetçi değilim. Gerçi olsam da bir şey değişmez, çünkü ben artık bir saksıyım. 

17 Ekim 2016 Pazartesi

VEDA 41 (Berna)

    Şu aldatma, ihanet vs. tantanası bitecek miydi acaba? Şebnem’e anlattığım için çoktan pişman olmuştum. Tek başıma daha iyi başa çıkabiliyordum. Şimdi bir de o, bu ne der kaygısı başlamıştı. Artık çevremde, alacağım kararları sorgulayan bir dolu insan olacaktı ve bundan daha can sıkıcı bir hal düşünemiyordum.
   Şebnem, Oktay’ın durumunu bilmiyor olsa gerekti, yoksa şu ana kadar kim bilir kaç kez arardı. Hoş, Oktay’la ilgili anlattıklarımdan sonra bir daha onun yüzüne bakacağını sanmıyordum. Çoktandır görüşmüyorlardı da zaten. Yine de beni yalnız bırakmayacağını tahmin edebiliyordum.
   Onur’un mutfağı toplamasına yardım ettim. “Biraz yatıp, dinlenmek ister misin?” Diye sordu. Hastaneye dönmem gerekiyordu, burada kalıp dediğini yapacak kadar umursamaz olamamıştım hala. Boynuma dolanmış görünmez bir kement vardı ve her ne kadar istemiyor olduğumu düşünsem de beni Oktaylı yollara sürüklüyordu.  
“İhtiyacım yok Onur’cuğum. İyi hissediyorum. Benim artık Oktay’ın yanına dönmem lazım. Sen de gelecek misin?”
“Geleceğim tabi ki de. Bunun için izin aldım. Seni yalnız bırakacak değilim.” Dedi.
  Böylesi anlarda, bana, Şebnem’in verdiğinden daha fazla değer verdiğini düşünüyordum. Gerçi Onur genel olarak düşünceli bir insandı ve bu konuda onun bir benzerinin daha olmadığına kalıbımı basabilirdim. Hatta her açıdan dört dörtlük olduğunu düşünüyordum. Gerçeğin ne kadar da başka olduğunu öğrenmeme ise çok az kalmıştı.
  Mutfaktaki işler bitince portmantoda asılı duran küçük çantamı sırtıma geçirdim. Ayakkabılarımı giyip dışarıda asansörü beklemeye koyuldum. Asansör geldiği sırada Onur da çoktan kapıyı kilitleyip yanıma gelmişti.  Ben asansöre girdim. Onur tam bineceği sırada, telefonu çaldı. Ekrana baktıktan sonra içeride telefonun çekmeyeceğini ve önemli bir görüşme yapması gerektiğini söyleyip orada kaldı. Ben onu aşağıda bekleyecektim. Telefonun zil sesi uzaklaşmakla birlikte duyulmaya devam ediyordu. Onur’un neden hala cevap vermediğini anlayamamıştım. Madem açmayacak, neden benimle gelmedi ki diye düşünüyordum. Bu arada üst katlarda bir kadının öfke dolu sesi gelmeye başladı. Tam olarak ne söylediğini anlayamıyordum. Bir süre sonra ses kesildi. Beklemeye başladım. Aşağıda yaklaşık beş, on dakika kadar beklemiş olmama rağmen Onur hala gelmemişti. Onu aramak üzere çantamdan telefonumu çıkarmak istedim. Çantanın tüm gözlerini kontrol ettiysem de telefonu bulamamıştım.  Mutfakta unutmuş olmalıyım diye düşündüm. Tekrar asansöre bindim ve ikinci katın düğmesine bastım.  Onur’u bıraktığım yerde bulmayı bekliyordum ancak orada değildi. Belki tekrar eve girmiştir diyerek kapısında Şebnem’in yaptığı eprimiş süsün asılı olduğu dairenin zilini çaldım. Kimse yanıt vermiyordu. Belki de tuvalete gitmişti ve kim bilir ne zaman çıkacaktı. Binanın çıkışındaki banklara oturup bekleyeyim, nasılsa gelir diye düşündüm. Asansörün düğmesine bastım, kapısı açılınca bindim. Zemin kat tuşuna bastım. Asansörün yukarı çıkmakta olduğunu fark etmemiştim. Kapı açılır açılmaz öne doğru bir adım attım ve Onur ile burun buruna geldik. Asansörün tam karşısındaki dairenin kapısında bir kadının dikildiğini de hemen sonra, gözlerimi Onur’un kafasının sağ arka tarafına doğru kaydırdığım anda gördüm. Eğer ki kadın ani bir hareketle kapıyı kapatmasa ve aynı anda Onur telaşla kafasını arkaya çevirmese; sonrasında bana neden orada olduğuna dair anlattığı o saçma sapan hikayeye inanabilirdim. Yine de inanmış gibi yaptım. Hayal kırıklığına uğramamış gibi, eğer bir gün gelir de Şebnem olanları öğrenirse neler olabileceğine dair hiç endişe duymamış gibi ve en önemlisi bu dünyada halen saf ve temiz insanların yaşıyor olabileceğine inanıyormuş gibi. Gerçek ise bambaşkaydı. Yine de aynı gerçek, her ne kadar kulağa saçma gelse de, Oktay’a karşı merhamet duymaya itmişti beni. İlk kez yapmış olduğu her hatayı anlamaya ve kabullenmeye hazır olduğumu hissettim. Oktay’a karşı olan öfkemin fazlasıyla azaldığını hissettiğim o anda ise tüm endişelerimi bir kenara bıraktım ve Onur’u affettim. Hatta içten içe ona karşı minnet bile duyuyor olabilirdim. Eğer ki evli olduğu ve aldattığı kadın, özbeöz kardeşim, Şebnem olmasaydı.  

  Takip edenler bilir ki burada genelde bir "devamı gelecek" yazardı ancak devam ettirip ettirmeme konusunda çok kararsızım . Bence hikaye burada biter. Siz ne düşünüyorsunuz?

15 Ekim 2016 Cumartesi

EN ÇOK BEĞENDİĞİM 15 KİTAP_ MİMmmmm (Bir de sevgili DEEPTONE ;) )

  O biiiiiir yazıları ile blog dünyasını renkten renge sokan klavye (öyle simli, cafcaflı falan değil; tastamam kişiliği oturmuş yine de canlı kalabilen renklerden bahsediyorum), o biiiiiiir yeni taşındığınız rezidansta kapınızı çalan misafirperverliğini yitirmemiş kişilik, o biiiiiiir sokakta karşılaştığınızda sizi yanındakilerle tanıştırıp kaynaştırmaya son derece özen gösteren arkadaş, o biiiiiiiir kültür, sanat ve İstanbul insanı, o biiiiiiir Sade ve Derin , Derin MaviFrambuazlı Hayat ve son olarak Yani kitaplarının yazarı Deeptone.
   
   Günlerden bir gün bu pek sevgili Deeptone arkadaşımız bir mimde sobelenmiş, sonra da gelmiş beni sobelemiş. Cevaplarına tam olarak buradan ulaşabilirsiniz. 
  
   Benim cevaplarım da şöyle olacak; 

   Cemile_ Cengiz Aytmatov 
   Simyacı_ Paulo Coelho
   Tutunamayanlar_ Oğuz Atay
   Angela'nın Külleri_ Frank Mccourt
   Puslu Kıtalar Atlası_ İhsan Oktay Anar
   Değirmen (Hikayelerin hepsi birbirinden güzel ama özellikle Değirmen adlı hikaye)_Sabahattin Ali
   Diriliş_ Tolstoy
   1984_ George Orwell
   Parfümün Dansı_ Tom Robbins
   Aylak Adam_ Yusuf Atılgan
   Genç Werther'in Acıları_ Goethe
   Kör Baykuş_ Sadık Hidayet
   Böyle Buyurdu Zerdüşt_ Nietzche
   Gölgesizler_ Hasan Ali Toptaş
   Ümit Yaşar Oğuzcan şiirleri

   Veeee sıra sizde;
    Kadriye Zihni Erdem
    Osman Kadri Tokeri
    Makbule Abalı
    Çay Molası
    Mehmet Osman Çağlar
    Mimikli Böcek
    Persephone
    Biliyorum anneciği hasta ama yine de kendisini buraya eklemek istiyorum; sevgili Merih Hanım
    Saadet Uslu
    
    Bir de bu mimi duyan, okuyan herkes ;)

 


 
   

4 Ekim 2016 Salı

VEDA 40 (Berna)

 Banyoda, misafir havlularının olduğu dolaptan bir vücut, bir de saç havlusu aldım ve duşakabinin yanında bulunan askıya astım. Giysi konusunda cimri davrandığım için çok pişmandım. Yine de çantamda son bir tane temiz iç çamaşırı kalmıştı. Onu da alıp, Şebnem’in dolabında bulduğum giysilerle birlikte havluların yanına astım. Ben girmeden önce ısınması için suyu açtım. Üzerimdeki kirli kıyafetleri çıkarıp, sütyeni tekrar takmak üzere ayırdıktan sonra banyo dolabının önüne bıraktım. Ilıyan su, duşun geniş tepebaşlığından ilkbahar yağmuru gibi usul usul akıyordu. Yavaşça altına girdim. Su saçlarımın diplerine sızmaya çalışırken gözlerimi ve kulaklarımı kapattım. Kafamın içi bomboştu. Ne bir heyecan, ne bir öfke, ne de herhangi bir görüntü… Hiç ama hiç bir şey yoktu. Sadece suyun, mağara içinde çağlıyormuşçasına gelen sesi ve karanlık.
   Güzelce yıkandıktan sonra, duş kabininden çıktım. Askıdan aldığım küçük havlu ile saçlarımı sardım sonra da büyük havluyu vücuduma doladım. Lavabonun önüne yaklaştım. Elimin tersi ile aynadaki buharı silmeye çalıştım, olmadı. Her defasında yeniden puslanıyordu.  Lavaboyu açtım. Avuçlarımı bir kase gibi birleştirip soğuk suyla doldurdum. Sonra da tezgahın ıslanmasını umursamaksızın puslu aynaya fırlattım. Görüntü biraz olsun netleşmiş, gözlerimin altındaki kararmış olan çukurlar ortaya çıkmıştı. Uykusuzluğa hiç dayanamıyordum.  Aynanın her iki yanında ikişer katlı açık raflar vardı. Kimine mum ve tütsüler, kimine ise çeşitli kozmetikler özenle yerleştirilmişti.  Yüzüme sürmek için bir krem aradım ancak bulamadım. Saçlarımı kurutup kurutmama konusunda kararsız kalmıştım. Hava çok sıcaktı, kurutmayacaktım. Islanan havluları askıya geri astım. Temiz giysileri giyindim ve banyodan çıktım.  
   Soğuk bir şeyler içmek üzere mutfağa girdiğimde Onur’un telefonla konuşmakta olduğunu fark ettim. Elindeki benim telefonumdu. Beni görür görmez “Bir dakika lütfen. Eşi geldi şimdi, ona veriyorum.”  deyip yanıma yaklaşarak telefonu uzattı. Oktay’ın bölümünden arıyorlarmış. Sekreteri, onunla görüşmek istediğini söylediğinde bunun mümkün olmadığını. Benim de zaten kendilerini aramak niyetinde olduğumu söyledim. Sonra da Oktay’ın kalp krizi geçirdiğini, ardından acil ameliyata alındığını, şu anda ise yoğun bakımda yatıyor olduğunu ayrıntıdan uzak bir şekilde ve büyük bir soğukkanlılıkla anlattım. Telefonun diğer ucundan ise önce abartılı bulduğum bir şaşkınlık ünlemesi ve ardından sadece hıçkırıklarını seçebildiğim bir takım sesler gelmeye başladı. Neredeyse avutmaya çalışıyordum ki hat kesildi, ya da telefon kapandı, anlayamamıştım. Sekreteri ne de çok seviyormuş diye düşündüm. Düşüncemi Onur’dan saklamama gerek yoktu.
   “Oktay’ı bu kadar sevdiklerini bilmiyordum.” Dedim. “Neden sevmesinler ki. Sen sevmiyorsun diye, hiç kimse sevmeyecek mi?.
   Neden böyle düşündüğün anlayabiliyordum aslında ama sormadan edemedim. “Neden onu sevmediğimi düşünüyorsun Onur’cuğum, anlamadım.” Dedim. “Benim ne düşündüğümün bir önemi yok canım, önemli olan sen ne hissediyorsun, onu söyle. Bilmediğim bir şey yok değil mi?.”
“Aslında söylemediğim bir şey vardı ama belli ki onu da Şebnem anlatmış sana.”
“ Derya mıydı, neydi? Anlattı işte bir şeyler. Aslında ben bekliyordum böyle bir şeyi, şaşırmadım.”
 “ Niye ki?”
  “Niye olacak, yapmayan var mı sanıyorsun? Hem sadece bir kişi ise ki ta kaç sene öncesinde olmuş, şükret haline.” Dedi. Onur’dan hiç böyle bir açıklama beklemiyordum. Çok şaşırmıştım ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Kırgınlığım öyle derindi ki, zihnimde hiç silinmeyecek bir iz vardı artık. Şayet duygularımda bir yumuşama olabilecektiyse eğer, onu, ambulansta şuuru gitmiş bir şekilde yatıyorken gördüğümde olmaz mıydı? Böyle basite indirgenmiş, anlamsız bir açıklama neyi değiştirebilirdi? 

“Sen yapmıyorsun işte, demek böylesi de olabiliyormuş Onur’cuğum.” Dedim. Tedirgin edici bir şekilde sessiz kalmayı tercih etmişti. 

Devamı Gelecek... ;)

2 Ekim 2016 Pazar

VEDA 39 (Berna)

    Onur’la bahçedeki banklardan boş olanına geçtik. Aslında üçümüz birlikte gelmiştik ancak abi, banka oturmak yerine hemen yanı başımızdaki kaldırımın kenarına çökmeyi tercih etmişti. Onur birkaç kez kalkıp da onu yanımıza oturtmaya çalışsa da başaramadı ve sonunda görmezden gelmeye karar vermiş olacak yanıma oturup konuşmaya başladı. Kısa bir süre sonra yoğun bakım odasında can çekişen kocamı unutmuştuk. Hastane bahçesinde ders aralarında vakit geçirdiğimiz günlere döndük. Eskilerden konuşuyorduk. Benim ne kadar inek olduğumu, gözümün dersten başka hiçbir şey görmediğini, hayatımı o zamanlar da şu anda olduğu gibi boş düşüncelerle, gereksiz şeylerle heba ettiğimi söylüyordu. Hatta hemen yakınımızda sigara üstüne sigara yakmakta olan abiyi unutmuş olacak, “Volkan’a fırsat verecektin Berna, çok hata ettin.” Dedi. Ben daha bir şey söylemeden yaptığı gafın farkında olarak hızla abiye döndü. Bizi dinlemiyor olduğunu fark edince rahatlamıştı. Sonra sesini biraz daha alçaltarak konuşmaya devam etti.
  “Bak…” dedi “ne karısını aldatıyor ne de başka kötü bir huyu var. Benden iyi olmasın tam bir kılıbık oldu.”  Volkan’la Onur çok iyi anlaşırdı. Aynı arkadaş grubundaydık ancak ben Volkan’dan pek hoşlanmazdım. Gereğinden fazla sessiz ve tahammül edemeyeceğim kadar bön gelirdi. Ortada dönen muhabbeti anlayıp da eşlik etmesi zaman alırdı.  Ne zaman espiri yapsam herhangi bir tepki göstermeksizin alık alık yüzüme bakardı. Tıp fakültesini nasıl dereceyle bitirdi, TUS’ta nasıl Türkiye beşincisi oldu hiçbir zaman anlayamadım. Onur aramızı yapmaya çalıştığı dönemlerde hep; “Bak o senin yanında böyle oluyor. Normalde çok eğlencelidir. Bir şans ver, adam sana çok aşık.” Deyip durmuştu ama olmadı işte. Facebook’ta birkaç fotoğrafını gördüm sonra. “Ya evet, saçları iyice dökülmüş. Emekliliğine az kalmış memur amcalar gibi görünüyor şimdi.” Dedim.
   Sessizce güldü. “Sen kendinin farkında değilsin her halde.” dedi. Bozulmamıştım. Ben de ne zamandır yaşlanıyor olduğumun farkındaydım. Yine de aynaya her bakışımda görüntüme şaşırıyordum. İnsanın ruhu yaşlanmıyor diyorlar ya, işte onun ne demek olduğunu artık anlıyordum.
   “Benim nerem yaşlı be!” dedim. “Sen kendine bak.”
    “Ben dökülen saçlarımla da, belirmeye başlayan göbeğimle de, beyazlarımla da barışığım kızım. Onlar benim anılarımın sosyal güvencesi. Bir de Defne var tabi. Sen daha çocuk yapmicam diye tuttur, dur. Bak, adamı da harcadın zaten. Bundan sonra ne yapacaksın bakalım.”
    Onur’un bu cümlesi ile birlikte ikimiz de neden orada olduğumuzu anımsamış olacağız, başlarımız öne eğildi. Göz ucu ile abiye baktım, “Oktay da sizin gibi çok fazla sigara içerdi” dedim. Aslında insanların, hele ki samimiyetimiz yoksa, özel hayatlarına burnumu sokmazdım. Ama sanırım öfkem Oktay’aydı. İçinde bulunduğumuz durumdan dolayı onu suçlu görüyordum.
    Abi elindeki yarım izmariti yere attı. Ayağa kalktı. “Ben kantine gidiyorum. Bir şey ister misiniz?” diye sordu. İkimiz de hayır manasında kafamızı salladık. Az sonra elinde üç bardak çay ile geri geldi. Yanımıza oturdu. Onur’a işi olup olmadığını sordum, izin aldığını söyledi. Bugünlük müsaitmiş. Sessizce çayları içtik.
   Yorgunluk, uykusuzluk kendini göstermeye başlamıştı. Uzanmak ya da hareket etmek ihtiyacı hissediyordum. Duş almam ve kıyafetlerimi değiştirmem gerektiğini söyledim, evin anahtarlarını bana uzattı. Sonra da orada kalmasına gerek olmadığını düşünmüş olacak beni eve götürmeyi teklif etti. Bizimle gelmesi yönünde abiye ne kadar ısrar ettiyse de oradan ayrılmaya ikna edemedi.
   Arabada giderken ekranı kırık olan telefon yeniden çalmaya başladı. Çantamdan çıkardım. “Telefonun mu kırıldı” dedi Onur. Oktay’ın telefonu olduğunu söyledim. Kendi telefonumdaki sim kartı çıkarıp yerine Oktay’ınkini taktım. Yol boyunca pek konuşmadık.
    Eve geldiğimizde Şebnem çoktan çıkmıştı. “Galeriye gitmiş olacak” dedi.  “Sergisi var.”  
   “Defne yok mu?” diye sordum. “Defne de yanındadır. Onu da kendine benzetiyor.” dedi. “Benzetsin” dedim, “Şebnem kadar iyi bir örnek mi olur?”. Kinaye yapmıyordum, gerçek düşüncem buydu. Koridora doğru giderken salondan sesi gelmeye devam ediyordu ancak ne dediğini pek anlayamıyordum. Giysi odasına girdikten sonra kafamı kapıdan koridora doğru uzatıp “Şebnemin giysilerinden alıyorum Onur’cuğum, hiç temiz kıyafetim kalmadı” diye bağırdım. Sonra kendime dolaptan bir kot ile tişört aldım. Banyoya geçmeden hemen önce telefonu çantamdan çıkarıp Onur’a verdim ve çalarsa bakmasını söyledim. Hastanesinden arıyor olabilirlerdi. Durumunu henüz kimseye söylememiştim.
        

26 Eylül 2016 Pazartesi

VEDA 38 (Berna)

   Yoğun bakımın önünde beklemenin bir anlamı yoktu. Ayrıca hava almaya ihtiyacım vardı. Egzoz kokan bir bahçeyi, kimyasal kokusunun her bir köşesine sindiği bu duvarlara tercih ederim diye düşündüm.  Dün acilin önünde ambulanstan indiğimiz sırada, gözüme ağaçlık bir alan takılmıştı. Asansörde karşılaştığım görevliye tam olarak nerede olduğunu sordum. Tarif etti.
Ana çıkış kapısının hemen dış tarafında bir kafeterya vardı. Çift kaşarlı tost ile karışık meyve suyu istedim. Tost hazırlanırken bende hiç para kalmadığını fark ettim. Oktay’ın cüzdanından bir yirmilik çıkarıp kasadaki top sakallı, tombul ve de asık suratlı beyefendiye uzattım.Üstünü aldım. Bozuklukları çantamın dış gözüne koyarken telefonunun yeniden çaldığını fark ettim. Gece de birkaç kez çalmıştı ancak ekranı kırık olduğundan ne arayan numarayı görebiliyordum ne de cevap verebilmiştim. Ne çok çalıyordu. Belki de hastanesinden arıyorlardı. İzin almadan çıkıp gelmiş olamaz herhalde diye düşündüm. Ama belli ki önemli bir şey vardı. Gerçi içinde bulunduğumuzdan daha önemli ne olabilirdi ki. Sonra aklıma sim kartını çıkarıp telefonuma takmak geldi. Ama önce tostumu yiyecektim.
   Her yer insan kaynıyordu. Hastanenin içi, dışı. Ağaçlık alana geldiğimde oturacak yer kalmadığını fark ettim. Ayakta yemek istemiyordum. Az ileride bir çocuk parkı vardı. Oradaki salıncaklardan birine oturdum ve yemeye başladım. Hemen sonra kolunda intraket takılı, beş yaşlarında bir oğlan çocuğu ile annesi olduğunu düşündüğüm genç bir kadın parka geldiler. Çocuğun yüzü solgun, bakışları donuktu. Kadın fazlasıyla bitkin görünüyordu. Meyve suyumu bitirmiştim. Çocuk, yanımdaki salıncağa oturdu. Annesi onu sallamaya başladı. Görünüm alışılageldik parkta oynayan çocuk tablosundan çok farklıydı. Hiç konuşmuyor ya da gülüşmüyorlardı. Bir şey yapmam gerekiyordu belki ama yapamadım. Ben, sağlıklı ve de neşesi yerinde bir çocukla bile oynamayı beceremezdim ki. Onun yerine gözlerime dolan yaşları belli etmeksizin kalkıp uzaklaştım. Ağaçların arasında yürümeye başladım. Ortamda acı ya da en iyi haliyle sıkıntı hakimdi. Az ya da çok bu bahçedeki herkesin payına bir miktar düşüyordu işte.
   Yukarıya çıktım. Oktay’ın durumu hakkında bilgi aldım. Şimdilik stabilmiş. Şimdilik.
   Tekrar bahçeye indim. Hava oldukça sıcak ve de nemliydi. Kokuyordum. Oktay’ın abisi nerede kaldı ki diye düşündüm. İlk uçakla gelecekti, neden bu kadar uzun sürmüştü? Saate baktım, henüz on olmuştu. Şaşırdım. Zaman tuhaftı. Ne zaman hızlanıp, ne zaman yavaşlayacağı belli olmuyordu. Onu daha erken aramadığım için çoktan pişman olmuştum. Artık Onur’u da arasam iyi olacaktı. Bu kadar geç haber verdiğim için bir ton laf edecekti kesin ama sanırım artık tahammül edebilirdim.

  Bir saat kadar sonra önce Onur, hemen ardında da Oktay’ın abisi geldiler. Onur, bir şey söylemeksizin yukarı çıktı, hatta yoğun bakıma girdi. Dışarı çıktığında başı önündeydi, susuyordu. Onun bu halini gören abi ağlamaya başladı. Aynı şehirde olmalarına rağmen senede bir ya da belki iki kez görüştüğü o, koca cüsseli adam sarsıla sarsıla ağlıyordu. O an ölmüş olduğuna çok emindim ama yanılmıştım. Durumunda değişen bir şey yokmuş. Bu kez de parktaki çocuk ile Oktay’ı kıyasladım. Çocuğa katbekat fazla üzülmüştüm. Bu kadar soğukkanlı olduğum için utanıyor muydum? Hayır. Oktay’ın durumuna üzülmediğim gibi, utanç da duymuyordum. Hissizlik asıl böyle bir şeydi demek.

16 Eylül 2016 Cuma

ORDU KURUL KALESİ

  6. Mithridates (Mitridat) 'tan biraz Mozart, biraz da Cemal Süreyya’ya uzanan sonra da Ordu ili Kurul Kalesi’nde sonlanan bir hikayedir bu. Ne alaka diyeceksiniz. Buradan buyurunuz.
  Yıl milattan önce yüzyirmiküsürler. Mitridat adında bir çocuk, annesinin kendisini zehirlemesinden korkup yaşadığı şehri terk eder. Böyle söyleyince kulağa basit ya da saçma geliyor tabi ama mantıklı bir sebebi var bu kaçışın. Bizim Mitridat'ın babası olan 5. Mitridat, Pontus kralı. (Bizimki doğal olarak 6. Mitridat oluyor) Günlerden bir gün zehirlenip ölüyor. Karısı ise 6. Mitridat'ı hiç sevmediğinden diğer oğlu Chrestus (Krestus)'u  tahta geçiriyor.
  O gün bugün 6. Mitridat,  zehirlenme paronayası ile köşe bucak kaçıyor. Ormanlarda, dağlarda yaşıyor. Kendini fiziksel olarak geliştiriyor. Panzehirler üretiyor. Bir nevi zehir biliminde çağ atlıyor. Tabi Mitridat’ı bu kadar ünlü yapan, hatta literatüre "Mithridatizm" terimini kazandıran en akla zarar iddia; aldığı düşük dozda zehirler ile zehirlenmeye karşı direnç geliştirmiş olması. Hatta söylentiye göre bu konuda o kadar iyi bir duruma gelmiş ki kendi istediği halde kendini zehirletememiştir. Neyse ona da az sonra geleceğim.
  Bu şekilde yedi yıllık bir kaçıştan sonra biraz da taraftar edinip güçlenen 6. Mitridat, krallığa geri dönüyor. Kardeşi Krestus'u öldürtüyor, annesi Laodice (Laodis)'i zindana attırıyor. Sonra da 16 yaşındaki kızkardeşi  Laodice (Laodis) ile de evleniyor. (O zamanlar tahtı meşru kılmak ve güçlendirmek için kardeşler arası evlilik normal karşılanıyor tabi. Bir de krallıkta başka ad yok. Erkeklere kısaca Mitridat, kızlara da Laodis deniyor)
   Zamanla güçlenen kral, Roma İmparatorluğuna bildiğin kafa tutmaya başlıyor. Çok ayrıntıya girmeyeceğim, ben magazin kısmındayım, birçok Romalı komutanı bozguna uğratıyor. Hatta bu sırada oğlu Machares' ten de yardım istiyor ancak beklediği yardım gelmeyince yeniliyor. Oğlunu idam ettiriyor. Adamdaki kadere bak, diğer oğlu da Romalılar tarafında saf tutunca bu sefer ciddi bir bozguna uğruyor. Esir düşüp rezil rüsva olmak istemediğinden kendini zehirlemeye çalışıyor ama hiç bir zehir onu öldürmeye yetmiyor. O da en yakın arkadaşı Bituitus' tan kafasını kesmesini istiyor.
   Magazin, tarih, farmakoloji ve zehir bilimi dedik. Biraz da kültür ve sanat diyelim. Öncelikle Pontus Devleti, içerisinde çok sayıda etnik grup ve kültür barındıran bir devlet. Biraz bu sebeple biraz da zekadan olacak, 6. Mitridat' ın kimi yerde 8 kimi yerde 18 farklı dili bildiği söyleniyor. 22 dil bildiğini yazan bazı şaibeli kaynaklar bile mevcut.
   Roma gibi dönemin güçlü bir devleti ile karşı karşıya gelişi, cesareti ve sıradışı hayatı ile adını tarihe yazdırmış bir kral olarak birçok sanatçıya da ilham oluyor. Örneğin Mozart. Henüz 14 yaşındayken İtalya turu esnasında 6.Mitridat’ın son günlerini konu alan bir opera besteliyor. Ben tek tek yazmayacağım, dilerseniz buradan operanın ayrıntılı tanıtımına, buradan da gösterinin tamamına ulaşabilirsiniz. Ayrıca Cemal Süreyya’nın Tabanca adlı şiirinin ilk dörtlüğünde şu şekilde adı geçiyor;

“Sigara içenlere ateş etmeyiniz
Evli bir kadınla rakı içerken
Rozet gibi göğsüne takmış cesaretini
Ben Mitridat'tan sözettim siz etmeyiniz”

  Gelgelelim benim çıkış noktam olan Kurul Kalesi’ne. Kurban bayramı tatili nedeniyle Ordu’dayım. Bir iki haftadır televizyon ve radyo kanallarında; Kurul Kalesi kazıları esnasında Ana Tanrıça (Kybele) Kibele Heykeli bulunduğuna dair haberler yer alıyordu. Ben de biraz araştırma yaptım. Baktım bu kale sadece on kilometre uzağımda, neden gidip görmüyorum da evde kös kös oturuyorum deyip topladım herkesi, düştük yola. Önce Ulubey Yolu’na girdik. Sonra, etraftaki “Kurul Kalesi” tabelalarını takip ederek fındık bahçelerinin arasındaki bol virajlı asfalt yolda, sürekli tırmanmak suretiyle, kurul kayasının eteklerine kadar çıktık. Bir noktadan sonra araçla geçiş yasak. Arabayı park ettikten sonra yaklaşık iki yüz metre yürümeniz, ardından da yüz küsür basamaklı şu aşağıdaki merdiveni tırmanmanız gerekiyor. 
 Bir de bu basamaklarda bizi biraz irice bir ufaklık karşılıyor. O da nasıl olur diye sormayın, işte oğlum gösteriyor. 





  Girişteki tabelada Kurul Kalesi’nin tarihinden bahsedilmekte. Altta fotoğrafını koydum, dilerseniz okuyabilirsiniz. Ben ayrıca yazıp da laf kalabalığı yapmak istemiyorum (tembellikten değil yani ;))



  Burada da yazdığı gibi, kazılar aslında 2010’da başlamış. Peki kim mi yapmış bu kaleyi? Sıkı durun, tabi ki de bizim meşhur kral 6. Mithridates. Şu ana kadar hiç gidip de gezmemiş olmak benim ayıbım, buna rağmen Kibele Heykeli'ni yerinde görebilmiş olmak da hediyem olsun. Şayet, bayramdan sonra heykelin kaleden alınıp, müzeye kaldırılacağı söyleniyor. Yani zamanlama gerçekten de müthiş olmuş. 


    Neyse yazacaklarım buraya kadardı. Kalanını da fotoğraflar anlatsın. Bu arada manzaraya da dikkat lütfen.


















  

  Bu arada dün hazırladığım bu yazıyı yayınlamadan hemen önce, büyük sanatçı Tarık Akan’ın vefat ettiği haberini duydum. Çok üzgünüm. Mekanı cennet olsun diyorum.
  

5 Eylül 2016 Pazartesi

GEÇ OLMADAN
















Hep bahar olsun gönül evinin mevsimi
Soldurma yüreğinde kök salan, mis kokulu kır çiçeklerini.

İzin ver, öbek öbek açsınlar,
Ve gülümsesinler renk renk; kırmızılar, morlar, turuncular.

Bırak zihninde karbeyaz bulutlar salınsın,
Fışkırsa bile oradan pamuk pamuk, gözlerinin maviliğine karışsın.

Güzel bak, yumuşak bak, sıcacık bak
Nazarında kalan gözlerdeki kini silecek kadar yürekten bak.

Demem o ki;

Öfkeyi sokma içine, karartma anlarını,
Dökme yaprak yaprak, tüm o sevmeye değer anılarını. 
Zaman bu; gelir geçer, bakmaz gözünün yaşına,
Elinde, kara çalan kirli bir defter ile
Buruşuk ve de küskün bir beden kalır.

1 Eylül 2016 Perşembe

VEDA 37 (Berna)

 Durumu kritik demek. Kritik. Bir ayağı çukurda yani. Hangimizin değilse! Umurumda olup olmadığını sorgulayamayacaktım. Yorgundum, terlemiştim, leş gibiydim. Yine de ameliyathanenin önünde oturmuş öylece bekliyordum. İçeriden gelecek olumlu bir cevabı değil. Öldüğü haberini hiç değil. Sadece bir an önce bitmesini.
 Saat dörde geliyordu. Henüz kimseyi aramamıştım. Nasılsa sahnesi geldiğinde herkes üzerine düşen role bürünecekti. Şimdilik senaryo benim elimdeydi. Uyusunlar istiyordum. Sıcak yataklarında dertsiz, telaşsız uyusunlar. Sabah olunca haber verecektim.
  Oktay’dan önce küçük bir çocuğu daha almışlar içeri. Kolu alçıda bir adam ile birlikte çocuğun yakınları olduğunu sandığım üç-beş kişilik bir grup vardı. Saatlerce ağladılar. Durmaksızın, soluklanmaksızın, hiç konuşmaksızın sadece ağladılar.  Sabaha karşı ameliyathanenin kapısı açıldı. Alnında bonenin bıraktığı şerit şeklinde baskı izi olan, doktor olduğunu sandığım, zayıf, uzun boylu bir adam dışarı çıktı. Ağlaması kesilen grup, ani bir hareketle adamın etrafını çevreledi. Sessizlik fazla sürmemişti. Artık birbirlerine sarılıp şükürler ediyorlardı. Orada olduğumu fark etmemiş olduklarına o kadar emindim ki, içlerinden birisi “Geçmiş olsun kardeşim, Allah sizin de yardımcınız olsun.” dediğinde cevap veremedim.
  Yarım saat kadar sonra kapı bir kez daha açıldı. Yerimden kalkmaya cesaret edememiştim. Gelecek haberden değil de onca saat oturduktan sonra kalkarsam, yere yığılırım diye korkuyordum.  Gelen Oktay’ın doktoruydu. Ameliyat çok başarılı geçmiş. Herhangi bir komplikasyon yaşanmamış. Kalıcı doku hasarının gelişmediğini umuyormuş. Zaten olay anında yanında ben olduğum için de çok şanslıymış. Aksi takdirde onu kaybetmemiz an meselesiymiş, vesaire, vesaire…  Anlatıyor da anlatıyordu. O an fark ettim ki, kapının bu tarafı aslında çok daha fazla yorucu ve yıpratıcıymış. İyi ki kimseye haber vermemişim, diye düşündüm.
  Doktor gittikten sonra ameliyathanenin önünden ayrılıp yoğun bakımın bulunduğu kattaki bekleme odasına geçtim. Üçlü kanepeler doluydu. Hatta duvara yaslı duran atıl durumdaki toplantı masasının etrafındaki sandalyeler bile doluydu. Tam çıkmak üzereydim ki kapının arkasında boş bir tekli koltuk olduğunu fark ettim. Oturdum, sandaletlerimi çıkarıp ayaklarımı altıma doğru topladım. Telefonu çıkardım ve Oktay’ın abisini aradım. Onun kalp krizi geçirdiğini, gece acil ameliyata alındığını ancak şu anda iyi olduğunu, telaşlanmamasını söyledim. Neden daha erken haber vermediğime dair bir serzenişte bulunuyordu ki fazla uzatmasına izin vermeyip, hastanenin adını söyledim ve görüşürüz deyip kapattım. Onur’u ise sonra ararım diye düşündüm. Aslında şu an etrafımda dolanan birilerini görmeyi hiç istemiyordum. Konuşmayı da. Sadece uyumaya ihtiyacım vardı. Biraz yana dönersem uygun bir pozisyon alacağımı düşünüyordum. Kafamı koltuğun yumuşak arkalığına yasladım, yan döndüm ve sonra... Sonrası saçma sapan rüyalar ile bölünüp duran, yararsız bir uyku eziyeti. Artık gerçek anlamda uyuyamayacağımı fark ettiğim an tutulmak üzere olan boynumu doğrulttum, sandaletlerimi ayağıma geçirdim, yerimden kalktım ve elimi yüzümü yıkamak üzere tuvaletlere doğru yöneldim. Koridorda büyük bir duvar saati asılıydı ve dokuzu gösteriyordu. Bir buçuk saat geçmiş olmasına çok şaşırmıştım. Daha kısa sürdüğünü düşünüyordum. On, bilemedin yirmi dakika. Farkında olmadan uyumuşum demek ki diye düşündüm. Bir buçuk saatlik bir uyku, kime yetmezdi ki?
  Yüzümü yıkarken Oktay’ı düşünüyordum. Ne yapıyordu, ne hissediyordu acaba? Acı mı, korku mu, yoksa hiçbir şey mi? Bunca yolu bunun için gelmişti demek, tüm bunları yaşamak için. Gerçekten amacı neydi ya da bir planı var mıydı emin olamıyordum. Benim ise aldığım bir karar vardı ancak uygulayamamıştım işte. Hayat plan yapmaya da, kararlar almaya da izin vermiyordu demek. Olacak ne ise o oluyordu. Kader dedim. Allah beterinden saklasın.
  Aynada kendime baktım. Cildim eskisi gibi ışıldamıyordu. Gözlerimin altından dış yanlara doğru uzanan ve eskiden sadece güldüğümde beliren çizgiler artık yerleşik hale  geçmişlerdi. Oktay’ın göğsünde açılan kocaman yarık geldi gözümün önüne. Benden sadece on yaş büyüktü. Bir an adaletsizlik olduğunu düşündüm ama en azından yaşıyordu işte. Bugüne kadar da canı nasıl istediyse öyle yaşamıştı. Sallamadan, umursamadan. Yeterince umursamaz olamamıştı demek.  Belki de ben yanlış tanımıştım, olamaz mı? 

Devam edecek ;)

25 Ağustos 2016 Perşembe

Ben de Kıskanıyorum


  Mutsuz olduğum, özellikle de çaresiz hissettiğim dönemlerde hayvan olsun, börtü böcek olsun, farkındalığı insandan az olan ne varsa kıskanıyorum. 
 Kaz mısın? Mis gibi suda bir iki süzül, endamını göster; kap  ekmek parçalarını. Başka derdin var mı,  yok.
 Başına gelebilecek en kötü şey birine yem olmak belki ama bunun da bilincinde değilsin. Icgudusel olarak bir iki tıslayıp uzaklaşır, beş dakika sonra unutup geri dönersin.
 Gerçi unutma konusunda biz de fena değiliz ama yetmiyor işte. Daha da hızlı unutmak gerek.
  En iyisi kaplumbağa olup tüm alıcıları kapatıp kabuğuna girmek sanırım.

23 Ağustos 2016 Salı

VEDA 36 (Oktay)

  Pizza bitmişti. Kocaman pizzadan tek bir dilim almıştım ve pizza bitmişti. Oysa hep tersi olurdu. Bu kadar yiyebilmiş olmasına şaşırmam gerekirdi belki ama artık neye şaşıracağımı bilmiyordum. Çantasından çıkardığı ıslak mendil ile ellerini sildi, sonra bir tane de bana uzattı. Gülümsemeye devam ediyordu.
  “Arkadaşın ne zaman gelir?” dedim ve “Ne zaman gidiyoruz?” diye ekledim, gülümsemesinden cesaret alarak. Birden ciddileşti. Bir mendil daha çıkardı, ağzını sildi. Derin bir nefes aldı; “Arkadaş falan yok. Ayrıca neresi olursa olsun fark etmez, sadece buradan gitmek istiyorum. Üstelik sen gelmiyorsun.” Dedi. Sonra da masanın üzerindeki telefonu aldı ve kurcalamaya başladı.
  Umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım. Belki de başından beri yanlış şey için endişeleniyordum. Çaresiz kalmıştım. Ne yapmam, ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Öfkelenmeli mi, üzülmeli mi yoksa boş versene deyip çantamı alıp gitmeli miydim? İçimden ağlamak geliyordu. Tüm olanlar bir kenara, yıllardır herhangi bir şey için tek bir damla gözyaşı dökmemiş olmama şaşırdım.
  
   Yemek boyunca birkaç kez telefonum çalmıştı. Açmak istememiştim. İşte yine çalıyordu. Ömür olmadığını umarak cebimdeki telefonu çıkardım. Hastanenin numarasıydı. “Hocam!” dedi telefonun ucundaki ses. “Sizi rahatsız ediyorum, özür dilerim ancak Ömür adında bir bayan sizinle görüşmek istediğini söylüyor.”
“İzinde olduğumu söylesene kızım!”
 “Raporlu olduğunuzu, hastanede bulunmadığınızı söylediysem de bir türlü inandıramadım. Belki siz kendisiyle konuşmak istersiniz.” Yerimden kalktım. Masadan uzaklaştım. “Şu an hiç müsait değilim. Onu sonra arayacağımı söyle.”

 “Hocam çok ısrar ediyor, zor durumda kaldık, lütfen!” Telefonun ucundan gelen hışırtı ve ufak bir gürültünün ardından Ömür’ün sesini duydum. Ne söylediğini anlayamıyordum. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Göğsümdeki baskı ve ağrı dayanılmaz bir hal almıştı. Nefes almakta ve ayakta durmakta zorlanıyordum. Önce elimdeki telefon yere düştü, sonrası ise karanlık.  

Devam edecek... ;)

21 Ağustos 2016 Pazar

VEDA 35 (Oktay)

 Yol boyunca hissettiğim telaş, havalimanına girince daha da arttı. Ben de sizinle geleceğim demiştim ama uçabileceğimden hala emin değildim.  Göğsümde baskı hissediyordum. Kontrol noktasından geçerken Berna’nın rahat ve de kendinden emin hareketleri hoşuma gitti. Genel olarak halinde ve tavırlarında büyük bir değişiklik vardı. Eski gergin ve de öfkeli görünümünden eser yoktu. Yaklaşık bir saattir baş başa olmamıza rağmen henüz herhangi bir şey için sinirlenmemişti.
   İçeri girdikten sonra “evet” dedim “ne yapıyoruz?” Bana döndü, durakladık. “Önce oturacak bir yer bulalım. Sonra konuşuruz. Sana anlatacaklarım var.” Dedi.
   Terminal içerisinde biraz dolaştıktan sonra pizza yemeye karar verip, kalabalıktan nispeten uzak bir masaya oturduk. Çantalarımızı masanın yanına koymuştuk. Menüyü inceleyip sipariş vermemiz her zamankinden daha kısa sürdü. Berna’nın oldukça sakin ve kararlı tavırları, alışılageldik hallerinden çok uzaktı. Arkasına yaslandı, ellerini birbirine kavuşturup masanın üzerine koydu. Onları tutmak üzere öne doğru eğildiğimde geri çekip, dizlerinin üzerine indirdi. Bozulmuştum, ancak buna hakkım olmadığının fazlasıyla farkındaydım. Gözlerime bakmaya devam ediyordu. “Sana yalan söyledim” dedi. “Buraya geliş nedenim yani kaza olayı yalandı.” “Biliyorum” dedim. “Lütfen!” dedi, “İzin ver anlatayım. Amacım geçmişi konuşmak, sorunları deşmek değil. Sadece bir şeyin farkında olmanı istiyorum. Derya olayını biliyorum.” O an göğsümdeki baskının ağırlaştığını hissettim. Karnıma kramplar giriyordu. “Bunu konuşmak için çok geç farkındayım. Bunca zaman geçtikten sonra sana herhangi bir şey için kızacak da değilim. Sadece anlamaya çalışıyorum. Neden hala devam ettiriyoruz?” Bir cevap bekleyip beklemediğini anlayamamıştım. Sadece onu ne kadar çok sevdiğimi, ondan asla vazgeçmediğimi ve vazgeçemeyeceğimi söylemek istiyordum ancak boğazım düğümlenmişti. Hiçbir şey söyleyemedim. Anlık bir duraksama sonrası devam etti. “Evliliğimiz sadece birbirimize tahammül etme çabalarından ibaret. Ben artık dayanamıyorum, dayanmayı çok istedim ama yapamıyorum. Artık yeni bir hayata başlamak istiyorum” dedi. “Seninle olamayacağı da çok açık. Bırak beni de gideyim.”
  Tüm gücümü toplayıp konuşmaya başladım. “Bu şekilde seni hiçbir yere bırakmam. Bana desen ki artık sevmiyorum. O zaman döner giderdim. Ancak böyle olmaz.” Sessizce dinliyor olması cesaretimi artırmıştı. “Bundan sonra da elimden gelen her şeyi yapacağım, söz veriyorum. Üstelik Derya, ya da bir başkası umurumda değil. Ben yalnızca seni seviyorum, seninle hayatıma devam etmek istiyorum. İzin ver bunu sana ispatlayayım.”
  “ Mümkün değil.”  Dedi. “Üzgünüm ama sana inanmam, güvenmem mümkün değil. Birbirimizi ne kadar sevdiğimizi tartışmak için çok geç kaldık. On koca yıl geçti ve artık ağzımızdan dökülen sözcüklerin bir anlamı yok. Burada karşımda diz çökebilirsin, hatta belki yalvarıp ağlayabilirsin bile. Neyi değiştirir sanıyorsun? Gecenin bir yarısı yola çıkmış, buraya kadar gelmişsin. Peki ne için… Ne umuyorsun? Ben yıllardır sırtını döndüğün,  hiçbir zaman ciddiye almadığın, dinlemediğin ve de umursamadığın karınım. On yıldır böyle bir adam tanıdım. Şimdi ne sanıyorsun? Gece yarısı yollara düştün, geldin diye değiştiğini ummamı mı bekliyorsun? Kendini kandırma. Beni zaten kandıramazsın.”
     Ne söylemem, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Elim kolum bağlanmıştı. Tek bir söz edebilecek durumda değildim. Belki de buraya hiç gelmemeliydim. Evet, evet… Tamamen hataydı, ters tepmişti. Keşke gelene kadar bekleseydim, neden telaşlandım ki sanki. İşte, gayet iyi görünüyordu. Hasta falan olamayacak kadar aklı başındaydı. Son derece de rahat görünüyordu. Kendi düştüğüm durumdan da çok, onun bu soğukkanlılığına şaşırıyordum. Bu bir kumar değildi ve gelirken hiçbir alternatif düşünmemiştim. Sadece yeniden yoğun bir depresyon atağında olduğunu düşünüyordum ancak bu hal, gerçekten de beklentimin dışındaydı. Evet bu bir kumar değildi ama ben tüm kozlarımın şimdiden tükendiğini hissediyordum. Belki de haklıydı, gerçekten de her şey için çok çok geç kalmıştık.
    Çantasından telefonunu çıkardı ve kurcalamaya başladı. Sanki aramızda, az önceki konuşma hiç geçmemiş gibiydi. Ben ise gözlerimi üzerinden alamıyordum. Onun benden bu kadar uzaklaştığını hiç ama hiç anlayamamıştım. Ve onu daha önce hiç, şu an olduğu kadar özlememiş olduğumu fark ettim.
    Sigara içmek istiyordum, içmem gerekiyordu. Ellerimin titremeye başladığını fark ettim. Göğsümdeki baskı arttıkça artıyordu. Sorguya çekilmekte olan, yaptıklarından pişman bir suçlu gibi karşısında ter döküyordum. Oldukça uzun gelen bu sessizlik garsonun siparişlerimizi getirmesiyle bozuldu. Elindeki telefonu çantasına geri koydu. Garsona gülümseyerek teşekkür etti ve iştahlı bir şekilde pizzasından lokmalar almaya başladı. Ben ise hiçbir şey yiyebilecek durumda değildim. Bir an kafasını kaldırdı ve hiçbir şey olmamış gibi gülümseyerek, “Yesene hadi, acıkmışsındır.” dedi. Önümdeki yiyeceğe baktım. Aklım konuştuklarımızda ve çantamda duran sigara paketindeydi. Pizzadan bir dilim aldım, ağzıma götürdüm. Zoraki bitirebildim. En iyisi hiçbir şey olmamış gibi konuşmalı diye düşündüm.

    “Bulantın nasıl oldu, daha iyi misin?” diye sordum, aklıma sadece bu gelmişti. Gülümseyerek, “geçti çoktan” diye cevap verdi.

devam edecek.. ;) 

20 Ağustos 2016 Cumartesi

VEDA 34 (Oktay)

   Siteye girip girmeme konusunda kararsız kalmıştım. Belki de önce Şebnem’i ya da Onur’u aramam daha uygun olacaktı, bilemiyordum. Bir müddet güvenlik noktasının gerisinde bekledikten sonra aramamaya karar verdim. Araçla bariyerlerin önüne ilerledim. Güvenlik görevlisi açık olan pencereden kafasını dışarı doğru uzatıp kime geldiğimi sordu. “B blok, 6 numara; Oktay Beyler.” dedim. Tekrar içeri girip telefonu kulağına götürdü. Birkaç saniye sonra bariyerler kalktı ve içeri girdim. Arabayı boş bulduğum bir yere park ettikten sonra B bloğa ilerledim. Asansörle yukarı çıkarken gergin olduğumu fark ettim. Kalbim hızlanmıştı. Ben de nefes alışverişimi yavaşlattım. Vücudumu gerilecek bir durum olmadığına inandırmaya çalışıyordum.
   Dairenin kapısı açıktı ve Şebnem kapıya yaslanmış beni bekliyordu. Sinirli görünüyordu. Yeni bir şey değildi bu. Beni hiçbir zaman sevmemişti ve bunu belli etmekten de çekinmezdi. Cesaretimi topladım ve ona doğru yaklaştım. “Günaydın” dedim. “Kusura bakma sizi rahatsız ediyorum sabah sabah.” “Olur mu Oktay, buyur içeri gel” dedi. Sesi kuru ve de soğuk geliyordu. İçeri girdiğimde Berna’yı göremedim. Belki de uyuyordu. Salona doğru ilerlerken, “Berna nerede?” diye sordum. “Çıktı” dedi. “Anlamadım! Nasıl, ne zaman çıktı?” Yüzünde sen karının nerede olduğunu nasıl bilmezsin. Ne sorumsuz ve de ilgisiz bir adamsın ifadesi vardı. O öyle düşünmüyordu belki ama benim aklımdan tam da bunlar geçmişti. Tedirgin olmuştum. Onu aramak üzere telefonumu çıkardım. İki cevapsız çağrı vardı. Ömür aramıştı. Kısa bir duraklama sonrası Berna’yı aradım. Açmıyordu. “Bir saat oldu çıkalı. Kuaföre uğrayacaktı. Sitenin kuaförü C bloğun altında. Bir bak istersen, belki de oradadır.” Dedi. Teşekkür ettim ve alelacele dışarı çıktım. Asansörün gelmesini beklerken geriye döndüm. Şebnem hala kapıda bekliyordu. Utana sıkıla “Onur’a geçmiş olsun dediğimi ilet olur mu? Daha önce arayamadım, kusura bakmayın.” Dedim. Şaşırdı. “Anlamadım!” dedi. Tam o sırada asansör gelmişti. “Neyse” dedim. “Sonra görüşürüz. Mutlaka arayacağım.” deyip asansöre bindim ve aşağı indim.
   Koşar adımlarla kuaför salonunun önüne kadar geldim. Berna içerideydi. Saçlarını boyatmıştı. Ödeme yapıyordu. Yüzü gülüyordu, iyi görünüyordu. Neden mutsuz olmasını bekliyordum ki zaten. Bir an ne diyeceğimi bilemedim, geri dönüp arabaya doğru yürümeye başladım. Uzun zamandır hiç böyle heyecanlanmamıştım. Sonra da o gece, Ömür’ün kapısında beklerken hissettiğim heyecanı anımsadım, utandım. Pişmandım. Ve bu noktadan sonra vazgeçersem daha da pişman olacağımı düşündüm. Tekrar geri döndüm. Berna kuaförden çıkmış, bahçe kapısına doğru geliyordu. Sabah güneşi yüzüne ve saçlarına vuruyordu. Saçlarının kızıllığı güneşin de etkisi ile iyice belirginleşmişti. Yüzünde eski günlerden kalma tatlı bir gülümseme vardı. Durdu. Gözlerini kapattı, kafasını kaldırdı. Derin bir nefes aldı. Dudaklarının kavsi artmıştı. Gözlerini açtı ve açar açmaz yüzü yeniden soldu. Göz göze gelmiştik. Ona doğru adım attım. O ise sendeleyerek yandaki güllerin sarılı olduğu demir kapıya doğru uzandı. Sonrasında hızla elini çekti. Yanına koştum. Avucu kanıyordu. Diken batmış olacaktı. Cebimden peçete çıkardım ve avucuna bastırdım.