9 Ocak 2016 Cumartesi

YALNIZLIK (bölüm 1)

  Telefonun alarm melodisi ikinci tekrara geçtiğinde arabanın açık olan camından içeriye girmeye çalışan Fransız’ın burnunu ısırıyordum; kopmak üzereydi. Üçüncü tekrarında hala Fransa’dayım, kan ter içinde bir tuvalet arıyorum ve köprü parmaklığının son bulduğu noktada bir katedral yükseliyor; içeri giriyorum. Gördüğüm her insana evrensel rüya dili ile tuvalet nerede diyorum ancak herkes arka sıralarda bornozla oturan gençleri azarlayan papazı izliyor. Cevap alamıyorum. Birden etraflıca bir loşluk yayılıyor havaya. Düş dünyası karanlığa bürünüyor veele avuca gelen ancak sığmayan gerçek dünya aydınlanmaya başlıyor. Gözlerimi açıp da yatakta doğrulmadan hemen önce nerede olduğumu anımsamaya çalışıyorum. Acaba günlerden hangi lüzumsuzu, yersizi ve takvimde öyle gri gri vaktinin gelmesini bekleyeni?Saatin önemi var mı, yoksa zamansız çalan o hafta sonu alarmlarından biri mi beni uyandıran? Ve biraz daha aydınlık; teras katında, yatak odasının açık duran penceresinden yoğun bir ışık huzmesi tuvalet masasının yanında, dik duran ferforje çerçeveli aynaya çarpıyor, oradan da yukarıya yöneliyor. Tavana yayılmış milyonlarca minik kum taneciğinin devasa gölgesi birbirine karışıp, yollarına çıkan boya çatlaklarına doluyor. Hava kuru; dilim, damağım ve içeride başka ne varsa kupkuru.
  Her bir iplik tanesi sıcağın etkisiyle, yakıcı birer diken parçasına dönmüş olan halılara basarak mutfağa, oradan da duş almak üzere banyoya giriyorum. Metal kablolu duş hortumu kırılmış, o da kırılsın. Hatta beter olsun hayatımdaki diğer önemsiz şeylerin birçoğu gibi. Saçlarımı köpürtmeye koyuluyorum. Kırıldığında son derece saldırgan bir sivriliğe bürünmüş olan zırh, içerisinde uzanan savunmasız plastik hortumu delmiş; ömrünün belki büyük bir kısmını birlikte geçirdiği diğer yarısına, kendi yarası ile saldırmıştı. Ne insansı bir zorbalık! Açılan delikten fırlayan ince suşeridi ise yıllar süren tutsaklığından kaçıyormuşçasına telaşlı; önce bacağıma çarpıyor, oradan da darmadağın bir halde küvete akıyordu. Belki de günlerdir devam eden bu olaya pek de aldırış etmiyorum. Çabucak yüzümü kaplamış olan köpük bulutundan kurtulmak, gözlerimi yeniden açmak istiyorum. Kendimi bildim bileli korkar, nefret ederim karanlıktan. Karanlık, hiçlikte yaşamaya çalışmaktan bile beter. Çünkü karanlık canlıdır; nefes alır, anlaşılmaz sesler çıkarır ve koyuluğunu idame ettirmek için cesaretimle beslenir. Bunun sonunu getireceğini bilmez karanlık. Aptaldır. Ve öyle kolay, öyle çabuk olur ki cesaretimin tükenişi ve öyle kısadır ki karanlığın ömrü. Göz açıncaya kadar geçer, biter. Gözlerimi yeniden kapatıp, kulaklarımı tıkayarak su damlacıklarının hızla kafama çarpışının içeride oluşturduğu uğultuyu dinliyorum. O uğultu her seferinde zihnimi yoran düşünce savaşlarını yok eder ve karmaşanın yerini tatlı bir sessizlik alır. Ancak kısacık bir süre sonra yoğun bir korku ve endişe duyarak gözlerimi yeniden şekilden şekle, renkten renge bürünen aydınlığa açıyorum, ölüyor karanlık.

   Duş vanasını kapatıp, giyinmek üzere yatak odasına geçiyorum. Sıcağı dayanılır kılacak tek şey havanın kuru olmasıyken, banyo kapısından içeri dağılan buhar nedeniyle o da cıvıklaşıyor. Giysi dolabında; askıda duran kolsuz, krem renkli keten elbiseyi alıp üzerime geçiriyorum. Böylelikle gece boyu ara sıra uğramış olan karabasanın kollarının arasına bu kez kendi çabamla sokulmuş oluyorum.
   Saçlarımı kurutmaya hiç mi hiç niyetim yok.”-Deli miyim ayol?”, diyorum Yeşilçam filmlerinden fırlamış bir tonlamayla ve bu saçmalığı benden başka hiç kimsenin duymayacağının rahatlığıyla. Yine aynı dikenli yollardan geçerek mutfağa gidiyorum, uyanır uyanmaz dolabın alt kısmından alıp dondurucuya koymuş olduğum sodayı birkaç yudumdan ibaret bir hızla mideye indiriyorum. Dolapta, her zamanki gibi tek kişilik saklama kaplarında bir sonraki gün yenmek üzerine kaldırılmış; ancak günlerdir dokunulmamış yemek kalıntıları bulunuyor. Sağ arka köşeye sinmiş beyaz peynir kutusunu çıkarıyorum, ufak bir dilim kesip büyük kalıptan ayırarak kenara kaydırıyorum. Ekmek sepetinden aldığım, kurumaya yüz tutmuş somundan küçük bir parça koparıp, kestiğim peynir parçasını da içerisine tıkıştırarak üç lokmada bitiriveriyorum. Her şeyi ait olduğu yere kaldırmayıp mutfak tezgahında bırakarak banyoya yöneliyorum. Banyo halısı hala ıslak; duş başlığının kablosu ise mücadelesine devam ediyor. Önemsemiyorum ve ellerimi yıkayıp, dişlerimi ise fırçalamayarak, seksenlerden kalma ahşap kaplama hole geçiyorum.

  Vestiyerde asılı duran postacı model süet çantamı boynuma geçiriyorum. Metal çerçeveli güneş gözlüklerimi, burunluk kısmının saçlarıma takılacağını bile bile ancak bundan bihaber reflekslerime laf geçiremeyerek alnımdan yukarıya kaydırıyorum. Ayaklarımda gayri resmi birer sandalet, çelik kapıyı kapatıyorum. Üst; iki klik! , alt; üç klik! Üç beş adım geri gidiyorum. Salkım desenli ferforje kapı önü korkuluğu doğal görünümlü tüm yapaylığıyla, görgüsüzlük kavramının vücut bulmuş hali; onu da kilitliyorum. Sıradan bir iş gününe başlamak üzere, andan sonrasının bilinmezliğinin tüm hafifliğiyle merdiven basamaklarından inip, Ağustos sıcağına karışıyorum.

  İki yıllık kredi taksitinin ikinci ayında sağ arka çamurluğundan darbe alan aracım apartman girişinin hemen önünde, yol kenarında duruyor. Arkasında oluşan gölgenin gülünç serinliğine ise sokağımızın kirli beyaz, iri ama aptalca köpeği uzanmış; ağzı açık, dili asfalta yapışmış baygın baygın bana bakıyor. - “Hadi bakalım kendine başka bir gölgelik bul. Bak sana söz; akşam yemeğinde kocaman bir kaval kemiği..” Hiç oralı olmuyor. Elimle dürteyim, ayağımla dürteyim diyorum, sanki neremi uzatsam koparıverecek, yapamıyorum. Aman neyse, motor çalışınca kaçar nasılsa deyip sol ön kapıyı açıyorum. Aracımın bir evlat gibi bağrına basıp büyüttüğü sıcak hava, tüm şımarıklığıyla yüzümü tokatlıyor. Rahat bir nefes almak üzere camlarını açmadan da önce; yabancı kavramının en çok yakıştığı insan kaynaklı korkularımı yok etmek üzere kapıları kilitliyorum. Kontağı çevirir çevirmez bir önceki günün yoğun temposunu hafifletmekten çok zihnimdeki sesleri duymamak üzere açtığım müzik, kaldığı yerden son ses çalmaya başlıyor; “güneşte demlerim senin çayını/ yüreğimden süzer öyle veririm”. Dün akşam; istemeyerek kapattığım ve geride hafif bir uğultu ile yoğun bir duygu hali bırakarak susan müzik, sabah aynı heyecanı uyandırmıyor. Sesi kısıp, kayıtlı radyo kanallarından rastgele bir tanesini açıyorum.
   Şimdi Seğmenler'de dolaşmak var, ağaçların arasına karışmak, toprağını koklamak, çimlerine basmak, uzanmak, biraz kestirmek. Ben ise doğa ve uyku ile arama bir iki tane de büyükelçilik katıp Atatürk Bulvarında yokuş aşağı ilerliyorum. İki alt geçit, bir Kızılay, üç de trafik lambası geçtikten sonra karşıda; saat dokuz-on hizasında duruyor. Her gün, hep aynı yerinde, duyarsız insanoğlu gibi etrafında akıp geçen hayatlara aldırmadan hep aynı yöne dikmiş altı gözünü; kıpırdamadan duruyor. Üç geyikli günaydın heykeli her sabah işe gidenleri poposuyla selamlıyor. Ankara kadar tozlu, Ankara kadar cansız ve koyu; ve bir o kadar da Ankara olan heykel.
   Hastane otoparkında attığım üç tur sonrasında da yer bulamayınca iki sokak arkadaki okulun bahçesine giriyorum. “-Anahtarı üzerinde bırak abla” diyor; kafasında semt pazarından 5 liraya alınma turuncu kaset bulunan, görünen uzuvları jilet izleriyle kaplı, kara, kuru cüsseli ve birkaç hafta önce de neredeyse ezecek olduğum için arkamdan şiddetli bir küfür sallayan eleman. Dediği gibi yapıyorum. Geçmiş zamanda kalan küfürlere ve sandaletimin içerisine dolan kumlara aldırış etmeyerek oradan uzaklaşıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder