"Hayır" dedi. Ceren benim kedimin adı. "Bunlar da tırnak izleri" diyerek damarlı ellerinin üzerindeki ve kollarındaki nispeten soluk, düzensiz hatları gösterdi. "Hadi canım..." dedim. "...kim kedisinin adını yüzük parmağına işletir?" Duraksadı. Gülüşü dağıldı. Açık mavi gözlerinin kasırgayı bekleyen bir deniz gibi koyulduğunu fark ettim. Fırçanın ucu ile kaseden bir miktar boya aldı ve üç parmağının arasında tuttuğu saç tutamına sürerken anlatmaya başladı.
"İlk ve son aşkımdı. Ortaokulda birleşen yollarımız lisedeyken ayrıldı. Aynı apartmanda oturuyorduk. Simsiyah, bukleli saçları; kapkara gözleri vardı. Sabah okula giderken ayak seslerini duyana dek bekler, bizim kata inmeden hemen önce kapıyı açardım. Kafamı kaldırır, göz göze gelene kadar öylece ona bakardım. Lisedeyken çıkmaya başladık. Çıkmak dediğim; beraber okula gider, beraber gelirdik. Aynı sınıftaydık ama farklı sıralarda otururduk. Hayallerimiz hep kağıt üzerindeydi. Şiirler yazar, kitabının arasına sokuştururdum. Pek konuşmazdık. Paylaşacak kadar yaşamamış, biriktirmemiştik henüz. Bir gece apartman silah sesleri ile yankılandı. Babası cinnet geçirmiş. Önce iki kardeşini, sonra annesini, en son da onu öldürdükten sonra kafasına sıkmış. Sesi duyar duymaz yukarı koştum. Kapının önünde kanlar içinde yatıyordu. Kaçmaya çalışmış ama başaramamış.
O gecenin üzerinden bir ay kadar zaman geçmişti. Okula gitmek üzere evden çıktım. Apartmanın bodrum katından cılız bir miyavlama sesi geliyordu. Lambası tozlanmış, yarı karanlık bodruma indiğimde Cerenlerin deposunda onu buldum. Daha küçücüktü. kapkara tüyleri, kapkara gözleri vardı. Şimdi çok yaşlandı. Biraz da delirdi. Yanına kimseyi yaklaştırmıyor. Yaklaşmaya çalışırsan da sonuç bu" diyerek bileğinin iç kesimine geçmiş diş izlerini gösterdi.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Öyle üzülmüştüm ki resmen darmadağın hissediyordum. Sorduğum için pişman değildim ancak adamcağıza da, hayatının baharında böylesine bir zulüm yaşamış olan kızcağıza da acıyordum. O sırada aynanın önünde duran telefon çalmaya başladı. “Ceren Arıyor...” yazıyordu ekranda. Genç adam telefonu aldı, benden müsaade isteyerek açtı. "Efendim hayatım?"
Konuşmak için dışarı çıkmıştı. Bende ise duygu sömürüsüne maruz kalmanın doğurduğu bir öfkeden ziyade, rahatlamışlık hissi vardı. Yine de döndüğünde, ciddi ve de bu kadar acı bir durumun şakasını nasıl yapabildiğini soracaktım. Geldi ve ben daha ağzımı açamadan; "Nolur kusuruma bakmayın. İnsanlar hikayelerimden hoşlanıyor. Ben de vakit geçsin diye arada anlatıyorum böyle."
"İyi de bu, öylesine anlatılacak türden bir öykü değil ki. İnsanları durup dururken üzmeye hakkın yok. Üstelik başkalarının acılarıyla alay edercesine öyküler uyduramazsın."
"Olur mu? İnsanlar asıl böyle hikayeleri seviyor. Mesela buraya geldiğinizde fazlasıyla tedirgin görünüyordunuz. Muhtemelen basit sayılabilecek bir derdiniz vardı çünkü genelde öyle olur. Ben hikayemi anlatınca, derdinizin ne kadar da önemsiz olduğunu anladınız değil mi?” dedi.
"Yanılıyorsun" dedim. "Anlattığın öykü, her gün haberlerde izlediğimiz trajedilerden sadece biri. İnsanların çoğu bu tarz haberler çıktığında kanalı değiştiriyor. Üstelik başkasının acısının büyüklüğünü görüp de kendi acını unutmak çok bencilce ve de saçma bir düşünce!” yeniden damağını açıkta bırakarak güldü.
“Neyse yine de seni adına sevindim." dedim.
Aslında derdimi unuttuğum konusunda haklıydı. En azından kısa bir süreliğine. Konuşmadan geçen bir sürenin sonunda; "Peki izler?" diye sordum. "Onlar kime ait?"
" Çizikler kedimize; diş izi, kızımıza ait. İkisi de bir buçuk yaşında." dedi.
Öncesinde düşünmeksizin, “Senin savına göre şimdi de derdime yanmam gerekiyor, öyle mi?” diye sorduğumda; “Siz en iyisi anlatın, ben de kendimce üzülmeye değip değmediğini söyleyeyim” diye cevap verdi. Benim de istediğim buydu zaten, ağırdan satacak değildim.
Boyama işi bitmişti. Bir müddet, saçın renk almasını beklemem gerekiyordu. Bahçe masasına geçtik. Bir ara bir bayan geldi, fön çektirmek istediğini söyledi. Kuaför, “beklemeniz gerekiyor efendim, hanım efendinin saçlarını yıkayacağız.” deyince de acelesi olduğunu, bekleyemeyeceğini söyleyip gitti. Hemen ardından birer kahve hazırlayıp getirdi. İnsanlar işlerine gidiyor; ben de kafamda boya katmanı, omzumda örtü, gülleri seyrediyordum. En baştan anlatmaya başladım. Şebnem’le olan sorunlarımızı, annemin beni doktora götürmek için henüz aldığı ehliyet ile direksiyonun başına geçişi, kaza yapışı ve kanlar içerisinde kalışı, arka koltukta, yanımda oturan Şebnem’in “Senin yüzünden!” diye bağırarak feryat figan ağlayışı, sonrasında Oktay’la olan evliliğimizi ve onu da öncesinden kopup gelen aşık olduğum adamın hayaletini, çantamdaki biletleri, şu anda da havalimanında beni bekliyor olduğunu… Her şeyi eksiksiz olarak anlattım. Donup kalmıştı. Sonra bir düşünceyi kovuştururcasına kafasını iki yana salladı, saçımı yıkamamız gerektiğini söyledi. Yıkama koltuğuna doğru ilerlerken, “Bunlar gerçek mi yoksa misilleme mi yaptın?” diye sordu. Sadece gülümsedim. Anlattıklarımın gerçek dışı olduğuna inanmış olacak, gülmeye başladı. “İyiydi.” dedi ve “Bunu mutlaka birilerine anlatmalıyım.” diye ekledi. “Hadi çabuk kurut da gideyim. Hayaletler bekletilmeyi sevmez.” dedim. Anlatmak iyi gelmişti. Kafamdaki düşüncelerin oraya buraya saçılmış olduğunu hissediyordum. İnanmaması da canıma minnetti. Doğrusu ben de inanamıyordum olanlara. İmkansızdı, biliyordum ama belli ki imkansız olana inanmayı seçmiştim. Dünyayı gerçekte olduğu gibi yaşama kuralımız da nereden geliyordu? Üstelik gerçek kimin gerçeğiydi. Kimin gördüğü, kimin dokunduğu, kokladığı… Çoğunluğun mu? Peki benim gerçeğim? Oradaydı işte, ete kemiğe bürünmüş olarak bankta, hemen yanı başımda oturmuştu. Sesi en az, boğazdaki vapurun sesi kadar gerçekti, duymuştum. Kim bunun bir yalandan ibaret olduğuna beni ikna edebilirdi ve nasıl?
Onur hep geçimsiz olduğumu söylerdi. İnatçı, kıskanç, hırslı ve tüm bunların sonucu olarak da uyumsuz... Öyleyse ben de beni her halimle seven adama gidiyordum. Beni sevdiğini söyleyen ama hiçbir şekilde anlayamayan tüm insanlardan kaçıyordum. Aslında ödeşmiştik, alacak verecek yoktu çünkü ben de onları anlayamıyordum. Onların süslü sözlerini, yapmacık gülüşlerini, yapay lezzetlerini ve onların her şeyinin bana gerçek dışı gelişinin verdiği rahatsızlığı...
Çarşamba günü görüşürüz... Sevgiler ;)
(Not: Daha önce de çarşamba günü görüşmek üzere söz vermiş olan kalem idaresi, sabah sabah bütün işini gücünü bırakmış, verdiği sözü hiç olmasa kuyruğundan yakalayabilme gayretine girmiştir.)
bende beni anlamayan insanlardan kaçmak istiyorummmmmm ve onların yapmacık gülüşlerinden.. ama neresi var öyle, yani öyle bir yer var mı bilemiyorum da :)
YanıtlaSilEn güzeli görmezden, duymazdan gelmek. Anlaşılmayı beklememek. Bir de ben genelde gülünç ya da yapmacık bulduğum şeylere "he" der geçerim. ;)
SilEmeğinize sağlık, bana da beklerim :)
YanıtlaSilTeşekkürler...
SilSabah sabah benim için dünden beri beklediğim yazıyı yayınlamışsınız gibi hissettim :) berna ile şebnem arasında böyle bir ilişkinin olması garip oldu. Annelerinin ölümü ilginç. Merakla devamını bekliyorum. Sevgiler.
YanıtlaSilVerdiğim sözü tutamamak kadar beni rahatsız eden bir şey yok. Bu yazıya ulaşmak için dün nasıl bir çaba sarf ettiğimi bilsen ;)
SilÇarşambaları iple çekiyoruz artık :) Kuaförün yapısına benzeyen ve eskiden müsteşar yardımcılığı yapmış bir iş arkadaşım vardı. O da biliyor musun diyerek bir şeyler anlatır, konuşması bitince tepkimizi ölçerdi. İnandığımızı görünce gülmeye başlar ve "İnandınız mı? Bu anlattıklarımın hepsini ben uydurdum" derdi. Çocukça gelirdi bana. İnsan aptal yerine konulmuş hissediyor biraz. Kaleminize sağlık :)
YanıtlaSilÇevremde böyle biri olsun isterdim, bence çok eğlenceli. Bir film vardı, adı "big fish". Fırsatınız olursa izleyin, kandırmanın en tatlı halini anlatıyor ;)
SilÖylesine güzel, akıcı, sürükleyici bir yazı-öykü ki sonuna kadar soluksuz okudum.
YanıtlaSil"Üstelik gerçek kimin gerçeğiydi..." cümlesiyle başlayan bölüm düşündürdü beni. İlginç, düşünmeye değer...
Gerçek hayatta da böyle tiplere çok rastlıyoruz.
Sevgiler...
Belki de deliler doğru söylüyordur ve biz yanılıyoruzdur denir ya, o geldi aklıma ;)
SilTeşekkürler Makbule öğretmenim, sevgiler...
Kime göre neye göre gerçek ...
YanıtlaSiliçiçe ... sevdim vay vay vaayyyyy arkadaşım ....
Emeğine ve kalemine sağlık ...
;) sevgiler, öpücükler <3
SilHafta sonuna sakladığım okuma.Biarzdan okuyacağım.
YanıtlaSilBen okumadan yorumda bulunan olacağım .Şimdiden eline sağlık.
Şimdiden gözünüze, gönlünüze sağlık ;) sevgiler...
SilHımmm sıcacık iyi geldi,iyiki saklamışım hafta sonuna,şimdi kalkıp ,temizliğie devam,edebilirim.
YanıtlaSil.Yüreğine,bileğine gençliğinde bu kadar bilgeliğine sağlık.
Sevgiler.
Aynı anda yazmışız :)
SilNasıl da sevdim yorumunuzu, teşekkür ederim ;)
Ne güzeldi.Özlemişim hikayelerini okumayı.Hep bir çocuk ruhuyla, masal dinler tadında okuyorum.Hatta seni erkek zannetmiştim.Ben ne tip bir kadınım anlayamıyorum ama sen de çok inandırıcı yazıyorsun.Sanırım tarzının da payı var tatlı kızım.Bugün uykuyu uzun tutmuşum, yorulmuş dimağım. İnanırmısın hala bloğuma gidemedim.Yazılarını kaçırdığım oldu.Gider gelir okurum yavrum.Çok güzeldi.Sevgilerimle canım :)
YanıtlaSilGerçekçi olmuş demek, ne mutlu bana :) Yazmayı çok seviyorum, böyle güzel yorumlar alınca da hiç bırakasım gelmiyor. Sevgiler size, çok öpüyorum.
Sil