2 Mayıs 2016 Pazartesi

VEDA-9

    Ellerimizde çantalar, kiminde tekerlekli, ufak bavullar, bir grup insan, reklam panoları ile çevrili koridorda ilerliyoruz. Motor sesi yaklaştıkça, eskilerde kalma bir ürperti kendini göstermeye başlıyor. Uçağın daracık kapısından geçmeden önce, kokpite bir göz atıyorum. Pilot, bir elinde dosya, diğer eli tavandaki bir düğmede, uçuş hazırlığı yapıyor.  
   Girişte iki hostes var. "Hoş geldiniz." "Hoş geldiniz." "Hoş geldiniz."  Her gün yüzlerce kişiye gülümseyerek aynı sözcüğü tekrarlamak; doğrusu, kolay bir iş yok.

   Yerimi bulmak üzere, koridorda yavaş yavaş ilerliyorum. Şu ana dek, erkenden check-in yapmaksızın uçmamıştım. Uçakta seçtiğim yer bellidir; 4 ya da 5. sıra, herhangi bir cam kenarı. Bu kez, en azından kuyruk bölümünde uçmamak için, orta koltukta oturmaya razı oluyorum.   O daracık koltuklarda, iki kişinin arasında sıkışıp kalmak... "önce düşüncesi ile savaşmalı. 6..., 6..., 6... evet işte burada." Cam kenarında oturan kumral saçlı beyefendiye yer değiştirmeyi teklif etsem mi ki acaba? Tedirgin bir şekilde gür kızıl sakallarıyla oynuyor. Dudakları kıpır kıpır, dua ediyor olmalı. Uçakta, yer istenmeyecek tiplerden. 

  Sadece bir el bagajım var. Yukarıdaki bölmeye yerleştirmeye çalışırken biraz uzun sürmüş olacak, Kızıl Sakal kafasını kaldırıyor; “Yardımcı olmamı ister misiniz?”  Tok ve de kulağa oldukça karizmatik gelen ses üzerine, önde oturan genç kız heyecanlı bir şekilde arkasına dönüyor. 

  “Ah, tamam. Hallettim, çok teşekkürler.” İlgisinden cesaret alarak devam ediyorum. “Ama başka bir şey rica edebilirim.”   Dinliyorum manasında kafasını çaprazlama bir şekilde öne eğiyor.  

“Orta koltukta çok bunalıyorum. Yer değiştirmemiz mümkün mü? Yani sizin için bir sakıncası olmazsa.”

   “Çok üzgünüm. Yani ne olur yanlış anlamayın, sizi kırmak istemem ama bu konuda gerçekten bir şey yapmam mümkün değil.” 

    “Anlıyorum.”

  Anlamak mı! Ne zamandan beridir işler böyle yürüyor hiç anlamıyorum. Eskiden centilmen erkek kavramı vardı. Şimdi ise ortalıkta bol miktarda bencil, kaba ya da düşüncesiz tip var. Es kaza kibar birine denk geldiysen de ya sana asılıyordur ya da eski kuşaktır. Yenilerde öylesi yok ne yazık ki.

   Genç kız tekrar arkasına dönüyor ve ne kadar istekli olduğunu saklayamayacak kadar baskın bir duygu hali ile; “İsterseniz yer değişebiliriz. Benim için orta olmuş, cam kenarı olmuş, koridor olmuş hiç fark etmez.” diyor. Büyük bir memnuniyetle teklifini kabul ediyorum.

   Benim eski yerime geçen kız, oturur oturmaz kızıl sakallıya bir şeyler söylemeye başlıyor. İçlerinden seçebildiklerim; “…büyük bir hayranınızım..., …programınızı…, …selfie… vs.” Oh olsun. Kız, uçağın kalkışından, içecek servisine kadar sürekli konuşuyor. Adamın ise, sesi kesileli çok oluyor.

  Yakından tanımadıkları birine, nasıl bu kadar değer verebiliyorlar hiç anlayamıyorum. Her kim olursa olsun; etten, kemikten; altı üstü bir insan işte. Kızın yaşı küçük, gençlikten olsa gerek. Gerçi biraz da kişilik meselesi. Kaç yaşında olursam olayım; ünlü birini görüp de fotoğraf çektirip, boynuna atlamadım hiç.

  Yeni nesil kendine güvenli ama oldukça yırtık. Aslında kendine güvenme, güvenmeme meselesi de değil bu. Biraz gurur, ego meselesi. Orada oturan her kim olursa olsun, bir fotoğraf çektirelim diyemem. Onunla beraber fotoğrafım olmuş, olmamış, ne yani! Çok mu önemli?

  Oktay’ın sık sık; “Sen çok soğuk bir kadınsın. Bu halin beni sinir ediyor.” demeleri de mi bu gururun eseri acaba? Yok hayır. Ona karşı bu kadar dik duruyor oluşumun sebebi, tamamen kendisi. Bir kere erkekler, akşamları eve yorgun gelenin sadece kendileri olduğunu nasıl düşünebiliyorlar? Aynı işi yapıyoruz ama o, koltuğa uzanıp uyuklayabilir, ben yapamıyorum. Yemek hazırla, sofra kur, ye, iç, kaldır derken zaten gece yarısı oluyor. Sonrasında da uyuya kalmazsam biraz kitap okuyabiliyorum, o kadar. Bunları her gün, aynı sıra ile, bir görev bilinciyle, mecburiyetten yapıyor olmak insanda ne aşk, ne de sempati bırakıyor.

  Evlilikte bencillik, duyguların en büyük düşmanı. Beni köle gibi gören birine, ben neden sıcak davranayım. Her şey gibi bu da biraz karşılıklı. Duygu alışverişi. Yardım et, sevgi al; şefkat ver, tutku al; ilgi ver, ilgi al… vs. Bu böyle, almadan vermek Allah’a mahsus.  
 Evle ilgili şeylerde yardım istesem, “Kadın bul.” der. “Paramız mı yok?”  Evde yabancı birinin olması düşüncesini sevmiyorum. İki kişiyiz, küçücük ev. Bir de kendisi, yemek konusunda fazlasıyla seçici. Kadıncağız gelecek, yemekler yapacak; bizimki lafını da esirgemez, kızacak, bağıracak, kadını kaçıracak. Daha önce denedik, böyle oldu. Tekrar aynı şeyleri yaşamak istemiyorum.
  Nerelerden nerelere geldik. Hala aklıma şaşarım. Bu adamla kaç yılımız geçti, nasıl oldu da bu kadar geç tanıdım? Değişti diyeceğim, saçma, hiç kimse değişmez.

  Kahve ile dolu karton bardağı, camdaki aksime doğru kaldırıyorum;  “Kurduğumuz tüm hayallere rağmen, değişmeyen dünyanın şerefine.”  (To vlemma tou Odyssea (1995))

  Altımızda, yerkürenin dengeli heterojenliği akıyor. Ağaçlı, ağaçsız tepeler; irili ufaklı köy öbekleri; varlığı, kıvrıntılı bir hat üzerinde sıralanmış yeşillikler sayesinde anlaşılan akarsular. Bir ara gözüm, uçağın hızla ilerleyen gölgesine takılıyor. Bir tepeden başka bir tepeye atlayışındaki çeviklik nedeniyle başım dönüyor. Son yaptığım kazadan beridir hız, yapmayı sevmediğim şeyler arasında. Bir diğeri ise şuurunu kaybetmek. Öyle çok korkuyorum ki bundan, hiçbir kuvvet bana zihnimi bulandıracak herhangi bir şey içiremez.

  Bu arada kızıl sakal, hostesi yanına çağırıp, bir şeyler söylüyor. Sonra da sol üçüncü sıra, orta koltukta oturan bayan ile yer değiştiriyorlar. Arkadaki kız bozulmuş olmalı diye düşünerek bir göz atıyorum da keyfi gayet yerinde. Cam kenarına geçmiş, kulağına kulaklık takmış, gürültülü denilebilecek bir şekilde müzik dinliyor. 

  Kaptan pilotun, kibar ve de aynı zamanda otoriter ses tonu ile meşhur konuşmasını yaptığı esnada, yolcular arasında tedirgin kıpırdanmalar başlıyor ve ara ara yükselen sesler duyuluyor. Ortamın sinir bozucu ön yargılılığı, pratisyenlik yaptığım dönemden kalma, bir takım anıları hatırlatıyor. Çok eski sayılmaz, doksanlı yıllar. Küçük bir kasabada, sağlık ocağı hekimiydim. Ocağa gelen yaşlılar, bir türlü doktor hanım diyemiyorlardı. Zaten mecbur kalmaksızın benimle konuşmazlardı. İlla ki seslenmek, ya da hitap etme ihtiyacı duyarlarsa da ya hemşire hanım, ya da doktor bey oluyordum.  O zamanlar, o küçük kasabada, bayan doktor olması nasıl şaşılacak bir şeydiyse; şu an, bu, büyükşehirler arasında uçan uçağın bayan pilotu olması da öyle şaşılacak bir şey. Bugün bunu öğreniyorum.

devamı gelecek..... ;)

4 yorum:

  1. Odun oktay ya, kadini hayattan sogutmus..

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yeni nesil oldukça yırtık.Bunun özgüvenle alakası olduğunu düşünmüyorum,yetiştirilirken ana-baba rahatlığından ve şımarıklıklarına sebep olmalarından bence.Neyse fikrimi söylemeden geçemedim kusura bakmayın havaalnındaki kadın gibi tam oldum şimdi,meslek hastalığı diyelim.Bu arada ben bu gece uykusuz kaldım ama değdi,duygu ve düşünceleri çok güzel aktarmışsınız tebrik ederim .

      Sil
    2. Olur mu öyle şey. Tecrübeye ve tecrübeli fikirlere saygım sonsuz. Sevgiler...

      Sil