Hikayeyi okurken görüntünün tekrar bulanıklaşmaya başladığını fark ettim. Gözlerimi ovuştursam da ilerliyordu. Yazıları seçemez hale geldiğimde hikaye de bitmişti zaten. Yastığa başımı koydum, sol kolumu defnenin boynunun altından geçirip, onu göğsüme doğru çektim. Çok güzel kokuyordu, çiçek bahçesi gibi. Abajuru kapattım. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Zihnimde, görüntülerin dalgalanmaya devam ettiğini hissediyordum. Hafiften midem de bulanıyordu. Uyursam geçecekti. Bu sefer korkmuyordum. Gözlerimi bir daha açamasam da önemi yoktu. Olmak istediğim yerdeydim.
Uyandığımda yatak boştu. Pencereyi örten kalın, kadife, mürdüm perdenin kenarındaki aralıktan incecik bir ışık huzmesi odaya giriyor, küçük bir çocuğun duvara çizdiği rengarenk çöp adamları aydınlatıyordu. Yataktan doğruldum, banyoya girip yüzümü yıkadım. Şermin’in seslendiğini duydum. Sonra da yanıma geldi “ Ooo! Günaydın tatlım, ne çok uyudun öyle.”
“Çok mu! Saat kaç ki?”
“Üçe geliyor.” Çok şaşırmıştım. Ben öyle uyumayı seven, saatlerce uyuyabilen bir insan değilimdir. Taş çatlasa altı saat uyabilirim. Hele ki böyle deliksiz uyuyacağım, görülmüş şey değil.
“Gel sana kahvaltı hazırlayayım. Bu arada biz yedik, biraz da bekledikten sonra baktım kalkmıyorsun topladım her şeyi.” “Uyandırsaydınız keşke.” “Defne o kadar çok uğraştı ki seni uyandırmaya, kaç kere yanına gitti, geldi. Bir ara baktım, ayaklarını gıdıklıyor.”“Hadi canım! Vallahi de hiçbir şey hatırlamıyorum.”“Dur dur, ben ifadeni alıcam zaten senin. Şu sofrayı bir kurayım.” Sepetten patatesleri çıkartıyordu,“Ekmek peynir yeter hayatım, kızartma falan kaldıramam zaten şimdi.” Buzdolabının kapağını açtım. Özenle yerleştirilmiş raflardan üsttekinde duran, pembe-yeşil çiçekli kahvaltı setini alıp, mutfak masasının üzerine koydum. “Oraya koyma, hava çok güzel, balkona çıkalım.” dedi. “Bizimkiler nerde?” diye sordum. Defne, misafir odasında, benim için hazırladıkları yatakta öğle uykusu uyuyormuş, Onur da spora gitmiş. “Boş ver onları ya, nihayet baş başa kalabildik işte” dedi.
Kahvaltılığı alıp mutfağın geniş balkonuna çıktım. Üç katlı apartmanlardan oluşan sitenin bahçesi çeşit çeşit ağaçlarla bezeliydi. Derin bir nefes aldığımda, boğazın nemine karşın Ankara’ya özgü bir iğde kokusu burnuma doldu. Oktay ne yapıyordur diye düşündüm. Hiç aramamıştı. Aramasını da beklemiyordum gerçi, şaşırmamıştım. Uzun zamandan beridir hiç beraber tatile çıkmamıştık. Ya farklı zamanlarda izin alırdık ya da iznimiz aynı zamana denk gelse bile o genelde memleketine giderdi, ben de Şebnemlerle takılırdım. Ayrı kaldığımız bu sürelerde başlarda onu aramıştım ama sonra baktım ben aramasam o hiç aramıyor, bir süre sonra ben de aramayı bıraktım. Şimdi bir ay bile görüşmesek birbirimizi aramıyoruz. Belki de aklından bile geçmiyorumdur, kim bilir? Düşünüyorum da aslında aramızda olan hiçbir şeyin anlaşılır, kabul görür bir yanı yok. Ama ben en çok, neden hala evli olduğumuza şaşırıyorum.
Bu arada gözüm balkonun tavanına asılı saksılara takıldı. Üç saksıda da farklı renklerde petunyalar vardı. Özellikle koyu pembe renkli olanlar harika görünüyordu. Şebnem’in hayatına dokunan her şey gibi onlar da capcanlı ve de çoşkundu. Geçen sene balkonda yetiştirmeye çalıştığım sardunyaları düşündüm. “Kolay çiçektir, suyunu eksik bırakma yeter.” demişti çiçekçi. Ben de her aklıma gelişinde suluyordum. Önce aldığım andaki çiçeklerini döktü, sonra da bir gün yaprakları sararıp kurudu. Sordum, fazla sulamışsın dediler. Benim en büyük sorunum da bu zaten. Birini işin erbabı olarak gördüysem, söylediğine harfi harfine inanıyorum, yeterli geliyor bana. Başka kimseye sorma, araştırma ihtiyacı hissetmiyorum.
Oktay’la tanıştığımızda ben pediyatri asistanıydım. O da kendi bölümünde Öğretim görevlisi idi. Tümör konseyi vardı. Hocamla yan yana oturuyorduk. Oktay’ı yakından tanırmış, daha doğrusu babasını. Babası ile fakülte yıllarında arkadaşlarmış. Oktay’ın benimle ilgilendiğini fark etmiş, konsey çıkışı tanıştırdı bizi. Gözleri ilk o gün dikkatimi çekmişti. En sevdiğim hocamla böyle bir bağlantılarının oluşu da, ne alakaysa sanki, güven duymamı sağlamıştı.
Şebnem’in balkona girmesiyle birlikte balkon korkuluğuna konmuş olan iki tane güvercin havalandı. O an varlığımın ne kadar da belirtisiz olduğunu fark ettim. Yoktan farkım neydi, nefes alışım mı? Öyleyse eğer kalsındı. Şebnem’in elinde rengarenk çizgilerle bezenmiş, porselen bir çaydanlık duruyordu. Bardakları doldururken, “hadi anlat, seni dinliyorum” dedi. Derin bir nefes aldım ve ta en başından beri, beni rahatsız eden her şeyi anlattım. Çıldırmıştı. “Seni aldatan biriyle, nasıl? Olmaz! Olamaz böyle bir şey. Hemen ayrılıyorsunuz. Seni bir daha asla onun yanına göndermem” dedi. Ve benzeri bir sürü de şey ekledi. Dünkü bayılmamamdan ve akşam banyoda olanlardan söz etmemiştim. Onun için Ankara’ya dönmeyi bekliyordum. Ne gerekiyorsa kendi hastanemde yaptıracaktım. Şebnem konuşmaya devam ediyordu. Onu hiç böyle öfkeli görmemiştim. Ben ise artık susmuştum. On yıldır olanları bir saate sığdırıp da anlattıktan sonra tüm kelimelerim tükenmişti.
Çaylarımız bardakta, konduğu gibi duruyordu. Sadece soğumuş ve biraz da koyulaşmıştı. Şebnem de sinirlenmekten yorulmuş olacak sonraki yarım saat hiçbir şey söylemeden, dirseği masaya elinin sırtı çenesine dayalı, gözleri ufka takılı öylece bekledi. Sonra da olmayacak bir düşünceyi kovalamış gibi kafasını iki yana sallayarak doğruldu.
“Nasıl fark etmedik, neden daha önce hiçbir şey söylemedin?” diye sordu.
“Emin değildim. Hala da değilim aslında, gözümle herhangi bir şey görmedim, ne bir konuşma ne de mesaj. Sadece hastanede personel odasında konuşulurken, kulak misafiri oldum. Belki de yanlış anlamışlardır. Böyle bir şeyden nasıl emin olunur bilmiyorum ki. Hem üzerinden yıllar geçti zaten.”
“Olur mu canım öyle şey, bir kere yapan tekrar yapabilir.”
“Diyorum ya, emin değilim.”
“Hem sadece aldatmak değil ki canım? Adam seni hiç mutlu etmemiş baksana. Onur biliyor muydu yoksa?”
“Hayır, hayır! Ona bir şey söyleme sakın! Arada, çok sıkıldığımda, üzüldüğümde dertleşiyordum da aldatma olayını o da bilmiyor. Kimse bilmiyor zaten, senle ben sadece. Emin olsam belki…”
“Böyle bir durumda tereddütün yeri yok bitanem, sakın taviz verme. Bak biz senin hep yanındayız, öyle yalnız kalırım gibisinden bir saçmalık düşünme.”
Yerinden kalktı, yanıma geldi ve eğilip kucakladı. Hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Geri çekilip peçete getirdi. Avutmak için söylediği şeyleri seçemiyordum. Sadece ağladım, ağladım, ağladım...
devamı gelecek ;)
Ne güzel bir anlatım. En ince detaylar bile değerlendirilmiş.
YanıtlaSilİnsan tahlilleri unutulmamış. Zevkle okudum.
Emeğinize sağlık.
Sevgiler.
Teşekkür ederim Makbule Hanım, sevgiler...
SilOkurken "VEDA"ya veda etmediğimi düşünmek çok hoş :)
YanıtlaSilSevgiler Acemidemirci ;)
SilBir dahaki bölümü merakla bekliyorum. Kalemine sağlık kardeşim selamlar...
YanıtlaSilTeşekkürler, sevgiler 😉
SilGayet güzel gidiyor. Merakla takip ediyoruz:)
YanıtlaSilTeşekkürler ve de sevgiler ;)
SilAllahımmm, benim gibi sabırsız insana bile sabrettiriyorsun ya, pes doğrusu! :) O kadar güzel akıp gidiyor ki hikâye, bir bakmışım sonuna gelmişim. Tabi sonuna gelince içimi bir burukluk kaplıyor ama heyecanla bekliyorum devamını! Ellerine, emeğine, kalemine sağlık!
YanıtlaSilNe güzel yorumlar bunlar, teşekkür ederim. Sevgiler ;)
Silbu veda'yı yazın bi boş anda keyifle okumalı roman gibi :)
YanıtlaSilGüzel fikir ;) bu arada yorum kutusunu düzeltme önerin için de çok teşekkür ederim <3
Silveda...:))))
YanıtlaSil;)
SilHepsini okudum, devamını heyecanla bekliyorum. Oktay i bogabilirim, hayvan herif!
YanıtlaSil:))) devamına hazır mısın peki, daha neler neler olacak ;)
Sil