Ankara mayısında güneşli bir ikindi vakti, iş
çıkışı. Otobüs, büyükçe bir parkın yanından geçiyordu. Zaten, gün boyu dört duvar arasında kaldığımdan
olacak, canım eve gitmek istememişti. İlerideki durakta inmek üzere, otobüsün
düğmesine bastım. İndikten sonra da geldiğim yöne, parka doğru yürümeye başladım.
Parkın yeşil boyalı,
büyük demir kapısının yanı başında bembeyaz sakallı, yeşil takkeli, kavruk
tenli yaşlı bir amca, küçük plastik bardaklara doldurduğu kuş yemlerini satıyordu.
“Bardağı kaç lira” dedim. “Bir lira oğlum.” dedi. Beş lirayı
uzattım; “Buyur amca!” deyip, üzerini beklemeden içeri girdim. Amca arkamdan sesleniyordu, ne dedi
bilmiyorum, duymazdan gelerek çam ağaçlarının olduğu tarafa ilerledim. Bir ara geriye doğru göz attığımda amcanın
bir bardak yemi, parkı çevreleyen tel örgüden içeriye, çalılıkların önüne doğru
döktüğünü gördüm.
Kafamı çevirdim ve ayakaltı olmadığına karar
verdiğim bir yöne, bir bardak dolusu kuş yemini serptim. Bir müddet dikilip bekledim. Önce bir
tane güvercin geldi. Hemen arkasından bir tane daha. Derken, yem sergisinin
üzerini birkaç düzine güvercin, iki de kumru örtmüştü. Bu, nispeten büyük olan kuşların gagasından uzağa fırlayan taneleri ise serçeler hırsız edasıyla kapıp kaçıyordu.
Ziyafet uzun sürmedi. Ayrı yönlerden,
ama birbirine benzer haykırış ve gülüşler eşliğinde koşarak gelen biri 3,
diğeri 5 yaşlarına iki çocuk kuşları kaçırdı. Yerdeki tozu da beraberinde
havaya kaldıran sürü, geride bolca tüy tefeği bırakıp, fazla
uzaklaşmayarak, üstümüzde duran dallara tünedi.
Çam ağaçlarının arasına döşenmiş masalı banklardan
biri, beş-altı güvercinin sıralandığı bir dalın altında duruyordu. Bu bankta, kadınlardan
ve çocuklardan oluşmuş, kalabalık sayılabilecek bir grup vardı. Kadınlardan birisi hızla yerinden kalktı, Arapça
bir şeyler söyleyerek geldi, çocuklardan küçük olanının dirseğinden tuttu ve
çekiştirerek masalarına götürdü. Sonra da
eline küçük bir poşet cips vererek çocuğu tekrar salıverdi. Diğer ufaklığın da
gitmesiyle birlikte kuşlar, birerli ikişerli geri geldi.
Onları orada
bıraktım ve oyun parkının yanında duran, güneş alan banklardan birine oturdum. Gün boyu bilgisayarın başında oturmaktan
ağrımış olan sırtım, arkamda kalan güneşin sıcaklığı ile yumuşamaya başladı. Bu duyguyu seviyordum.
Bir ara, ufak bir
çocuğun, değme serserilere taş çıkarır bir edayla sövdüğünü işittim. Kafamı sağ arkaya, sesin geldiği yöne
çevirdim. Üç-dört yaşlarındaki oğlan çocuğu, kaydırak merdiveninin aşağısında duran,
kendisinden büyük iki kız çocuğuna sövmüştü. Karşıda, oyun parkına dönük olarak oturan ve
daha önce kendisini fark etmemiş olduğum genç kadın, yerinden kalkmayarak “Biiiir!” diye bağırdı. Diğer taraftan
da elinde telefon, biriyle konuşmaya devam ediyordu. Artık vücudumu da çevirmiş, olan biteni
seyrediyordum. Çocuk, kızlardan birine tükürük fırlattı, kız da ona fırlattı.
Kadın, “İkiiii!” diye bağırdı. Yine de, elindeki telefon hariç her haliyle,
tahtına kurulmuş bir sultanı andırır duruşunu bozmamıştı. Balıketli vücuduyla,
bankın üzerinde bağdaş kurmuş vaziyette oturmaya devam ediyordu. Teni bembeyazdı ve yuvarlak hatlara sahip,
güzel denilebilecek bir yüzü vardı. Kapkara, delici bakışlarla çocuğundan
ziyade etrafı seyrediyor gibiydi. Bir ara göz göze geldik. Bana oldukça uzun
gelen, rahatsız edici bu süre, onun değil de benim gözlerimi kaçırmamla son
bulmuştu. Çocuk yine bir şey yapmış
olacak, görememiştim, kadın “üüüüç!” nidasıyla
yerinden kalktı. Bir elinde telefon, diğer eliyle uzun kloş eteğini hafiften
kaldırarak parkın çakıllı kesimine indi. Çocuğu kucakladığı gibi getirdi ve bisikletine
bindirdi. Sonra da tahtına kuruldu ve telefon konuşmasına devam etti.
Karşılıklı ve de sıra sıra duran bankların
arasında, beton bir yol uzanıyordu. Yolun yarısı yokuş, diğer yarısı ise
ortasında bozuk fıskiyelerin bulunduğu bir düzlüktü. Çocuk, kendi yaşlarında başka bir oğlanla oynamaya
başlamıştı. İkisinde de bisiklet vardı ve yokuştan inme yarışı yapıyorlardı.
Bir süre sonra kadının yanına, kendisinden on-on beş yaş büyük bir adam geldi. Beraber
oturmaya başladılar. Oturdukları bank, yolun düzlük kısmındaydı ve bisikletler,
onların önüne geldiği sırada, duracak kadar yavaşlıyordu. Babası olduğunu
düşündüğüm adam, çocuk her galip gelişinde “aferin
aslanım” diyor ve gülümseyerek onun sırtını sıvazlıyordu. Diğer çocuğun
annesi ise yarış süresince hiç oturmamış ve yanlarından ayrılmamıştı. Onları hep
yakından takip ediyor ama oyunlarına karışmıyordu.
Bir ara çocuk, yokuşun başında bisikletten
indi, pantolonunu indirdi ve olduğu yere işedi. Yanlarından geçmekte olan yaşlı
adam bir şeyler söyledi, kızmış olacak diye düşündüm.
Kadınla adam biraz sonra kalktılar ve parkın içindeki otoparkta duran arabaya girdiler. Çocuk, bir süre oynadıktan sonra annesini aramaya
başladı. Yanıma çağırdım ve; “Bak! Oradalar. Babanla birlikte arabadalar.” dedim. Arabanın karartma camlı arka koltuğunda
oturuyorlardı. Çocuk, “Babam mı?" dedi
ve gösterdiğim yöne doğru gitti. Yanından ayrılmak bilmeyen diğer çocuk, arkasından
koşunca, annesi seslendi; “Yusuf Alp! Otoparka
gitme oğlum, gel burada oyna.” Oğlunun
kendisini dinlemediğini gören anne de arkasından otoparka girdi. Adam, arabanın
arka kapısını açıp, iki çocuğa da birer kutu meyve suyu uzatmıştı. Diğer çocuğun
annesi öfkeli bir şekilde çocuğunu tuttu ve getirip karşımdaki banka oturttu.
Sonra da karşısında diz çöküp ona; yabancılardan bir şey almasının yanlış
olduğunu, bir daha yapmamasını, çok istiyor ise babasına sipariş
edebileceklerini söyledi. Ağlaması kesilmişti.
Meyve suyunu içen
çocuk geldi ve uzunca bir süre daha beraber oynadılar. Bir ara adam arabadan indi, pantolonundan dışarıya
sarkmış olan gömleğini düzelterek yan tarafa park etmiş olduğu arabasına bindi ve parktan uzaklaştı. Kadın, oğlunu çağırdı. Yanımdan geçiyorken, oğlanın,
“bekçi amca gitti mi?” diye sorduğunu
duydum. Arabanın arka koltuğuna çocuğu
bindirdikten sonra kendisi de direksiyona geçti ve adamın arabasının ardı
sıra parktan çıktılar.
Diğer çocuk, arkadaşının gitmesi üzerine ağlamaya
başlamıştı ki babasının geldiğini görünce sustu ve koşarak onun kucağına atladı.
Hep birlikte arabaya bindiler ve parktan ayrıldılar.
Güneş batmak
üzereydi. Hava oldukça serinlemişti. Dinlenmekten öte, eskisinden de yorgun
hissederek kalktım. Yem satan amca yoktu. Yerinde, kucağında bir
bebek, yüzü gözü paçavralarla kaplı, başı öne eğik bir dilenci kadın
oturuyordu. Önünden geçtim, gittim.
heey bir park gözlemi. sevdim. bencesi de parklardan güzel öyküler çıkar. :) baksanaa, baba bekçi çocuk araba, burda anlamadığım gizli bişi var mıydı. yoktu de miii :)
YanıtlaSilGizlili mizlili bişey yok valla, her şey ortada :))
SilÇok dramatik ama gerçek öykülerden,çok güzel gözlem ve yazı olmuş tebrikler.
YanıtlaSilben bu çocuk için gerçekten çok üzülmüştüm ama elden bir şey gelmiyor ne yazık ki
SilMerhabalar
YanıtlaSilGüzel bir hikaye olmuş. Konuyu devamı şeklinde yeni bir yazı ile öyküleştirebilirsiniz. Emeğinize, kaleminize sağlık
Saygılarımla
Bahsi geçen çocuğun çevresinde geçen olaylar tamamen gerçekti malesef. Sadece anlatımı dışarıdan bir göz olarak yaptım.
Silteşekkürler.