10 Mayıs 2016 Salı

PARKTAKİ KÜÇÜK EMRAH


  Ankara mayısında güneşli bir ikindi vakti, iş çıkışı. Otobüs, büyükçe bir parkın yanından geçiyordu.  Zaten, gün boyu dört duvar arasında kaldığımdan olacak, canım eve gitmek istememişti. İlerideki durakta inmek üzere, otobüsün düğmesine bastım.  İndikten sonra da geldiğim yöne, parka doğru yürümeye başladım. 
  Parkın yeşil boyalı, büyük demir kapısının yanı başında bembeyaz sakallı, yeşil takkeli, kavruk tenli yaşlı bir amca, küçük plastik bardaklara doldurduğu kuş yemlerini satıyordu. “Bardağı kaç lira” dedim. “Bir lira oğlum.” dedi. Beş lirayı uzattım; “Buyur amca!” deyip, üzerini beklemeden içeri girdim.  Amca arkamdan sesleniyordu, ne dedi bilmiyorum, duymazdan gelerek çam ağaçlarının olduğu tarafa ilerledim.  Bir ara geriye doğru göz attığımda amcanın bir bardak yemi, parkı çevreleyen tel örgüden içeriye, çalılıkların önüne doğru döktüğünü gördüm.
  Kafamı çevirdim ve ayakaltı olmadığına karar verdiğim bir yöne, bir bardak dolusu kuş yemini serptim.  Bir müddet dikilip bekledim. Önce bir tane güvercin geldi. Hemen arkasından bir tane daha. Derken, yem sergisinin üzerini birkaç düzine güvercin, iki de kumru örtmüştü.  Bu, nispeten büyük olan kuşların gagasından uzağa fırlayan taneleri ise serçeler hırsız edasıyla kapıp kaçıyordu.  Ziyafet uzun sürmedi. Ayrı yönlerden, ama birbirine benzer haykırış ve gülüşler eşliğinde koşarak gelen biri 3, diğeri 5 yaşlarına iki çocuk kuşları kaçırdı. Yerdeki tozu da beraberinde havaya kaldıran sürü, geride bolca tüy tefeği bırakıp, fazla uzaklaşmayarak, üstümüzde duran dallara tünedi.
  Çam ağaçlarının arasına döşenmiş masalı banklardan biri, beş-altı güvercinin sıralandığı bir dalın altında duruyordu. Bu bankta, kadınlardan ve çocuklardan oluşmuş, kalabalık sayılabilecek bir grup vardı.  Kadınlardan birisi hızla yerinden kalktı, Arapça bir şeyler söyleyerek geldi, çocuklardan küçük olanının dirseğinden tuttu ve çekiştirerek masalarına götürdü.  Sonra da eline küçük bir poşet cips vererek çocuğu tekrar salıverdi. Diğer ufaklığın da gitmesiyle birlikte kuşlar, birerli ikişerli geri geldi.
  Onları orada bıraktım ve oyun parkının yanında duran, güneş alan banklardan birine oturdum.  Gün boyu bilgisayarın başında oturmaktan ağrımış olan sırtım, arkamda kalan güneşin sıcaklığı ile yumuşamaya başladı.  Bu duyguyu seviyordum.
  Bir ara, ufak bir çocuğun, değme serserilere taş çıkarır bir edayla sövdüğünü işittim.  Kafamı sağ arkaya, sesin geldiği yöne çevirdim. Üç-dört yaşlarındaki oğlan çocuğu, kaydırak merdiveninin aşağısında duran, kendisinden büyük iki kız çocuğuna sövmüştü.  Karşıda, oyun parkına dönük olarak oturan ve daha önce kendisini fark etmemiş olduğum genç kadın, yerinden kalkmayarak “Biiiir!” diye bağırdı. Diğer taraftan da elinde telefon, biriyle konuşmaya devam ediyordu.  Artık vücudumu da çevirmiş, olan biteni seyrediyordum. Çocuk, kızlardan birine tükürük fırlattı, kız da ona fırlattı. Kadın, “İkiiii!” diye bağırdı.  Yine de, elindeki telefon hariç her haliyle, tahtına kurulmuş bir sultanı andırır duruşunu bozmamıştı. Balıketli vücuduyla, bankın üzerinde bağdaş kurmuş vaziyette oturmaya devam ediyordu.  Teni bembeyazdı ve yuvarlak hatlara sahip, güzel denilebilecek bir yüzü vardı. Kapkara, delici bakışlarla çocuğundan ziyade etrafı seyrediyor gibiydi. Bir ara göz göze geldik. Bana oldukça uzun gelen, rahatsız edici bu süre, onun değil de benim gözlerimi kaçırmamla son bulmuştu.  Çocuk yine bir şey yapmış olacak, görememiştim, kadın “üüüüç!” nidasıyla yerinden kalktı. Bir elinde telefon, diğer eliyle uzun kloş eteğini hafiften kaldırarak parkın çakıllı kesimine indi. Çocuğu kucakladığı gibi getirdi ve bisikletine bindirdi. Sonra da tahtına kuruldu ve telefon konuşmasına devam etti.
  Karşılıklı ve de sıra sıra duran bankların arasında, beton bir yol uzanıyordu. Yolun yarısı yokuş, diğer yarısı ise ortasında bozuk fıskiyelerin bulunduğu bir düzlüktü.  Çocuk, kendi yaşlarında başka bir oğlanla oynamaya başlamıştı. İkisinde de bisiklet vardı ve yokuştan inme yarışı yapıyorlardı. Bir süre sonra kadının yanına, kendisinden on-on beş yaş büyük bir adam geldi. Beraber oturmaya başladılar. Oturdukları bank, yolun düzlük kısmındaydı ve bisikletler, onların önüne geldiği sırada, duracak kadar yavaşlıyordu. Babası olduğunu düşündüğüm adam, çocuk her galip gelişinde “aferin aslanım” diyor ve gülümseyerek onun sırtını sıvazlıyordu. Diğer çocuğun annesi ise yarış süresince hiç oturmamış ve yanlarından ayrılmamıştı. Onları hep yakından takip ediyor ama oyunlarına karışmıyordu.   Bir ara çocuk, yokuşun başında bisikletten indi, pantolonunu indirdi ve olduğu yere işedi. Yanlarından geçmekte olan yaşlı adam bir şeyler söyledi, kızmış olacak diye düşündüm.  
  Kadınla adam biraz sonra kalktılar ve parkın içindeki otoparkta duran arabaya girdiler. Çocuk, bir süre oynadıktan sonra annesini aramaya başladı. Yanıma çağırdım ve; “Bak! Oradalar. Babanla birlikte arabadalar.” dedim.  Arabanın karartma camlı arka koltuğunda oturuyorlardı. Çocuk, “Babam mı?" dedi ve gösterdiğim yöne doğru gitti. Yanından ayrılmak bilmeyen diğer çocuk, arkasından koşunca, annesi seslendi; “Yusuf Alp! Otoparka gitme oğlum, gel burada oyna.”  Oğlunun kendisini dinlemediğini gören anne de arkasından otoparka girdi. Adam, arabanın arka kapısını açıp, iki çocuğa da birer kutu meyve suyu uzatmıştı. Diğer çocuğun annesi öfkeli bir şekilde çocuğunu tuttu ve getirip karşımdaki banka oturttu. Sonra da karşısında diz çöküp ona; yabancılardan bir şey almasının yanlış olduğunu, bir daha yapmamasını, çok istiyor ise babasına sipariş edebileceklerini söyledi. Ağlaması kesilmişti.
  Meyve suyunu içen çocuk geldi ve uzunca bir süre daha beraber oynadılar.  Bir ara adam arabadan indi, pantolonundan dışarıya sarkmış olan gömleğini düzelterek yan tarafa park etmiş olduğu arabasına bindi ve parktan uzaklaştı. Kadın, oğlunu çağırdı. Yanımdan geçiyorken, oğlanın, “bekçi amca gitti mi?” diye sorduğunu duydum.  Arabanın arka koltuğuna çocuğu bindirdikten sonra kendisi de direksiyona geçti ve adamın arabasının ardı sıra parktan çıktılar.
   Diğer çocuk, arkadaşının gitmesi üzerine ağlamaya başlamıştı ki babasının geldiğini görünce sustu ve koşarak onun kucağına atladı. Hep birlikte arabaya bindiler ve parktan ayrıldılar.
   Güneş batmak üzereydi. Hava oldukça serinlemişti. Dinlenmekten öte, eskisinden de yorgun hissederek  kalktım. Yem satan amca yoktu. Yerinde, kucağında bir bebek, yüzü gözü paçavralarla kaplı, başı öne eğik bir dilenci kadın oturuyordu. Önünden geçtim, gittim.      

6 yorum:

  1. heey bir park gözlemi. sevdim. bencesi de parklardan güzel öyküler çıkar. :) baksanaa, baba bekçi çocuk araba, burda anlamadığım gizli bişi var mıydı. yoktu de miii :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gizlili mizlili bişey yok valla, her şey ortada :))

      Sil
  2. Çok dramatik ama gerçek öykülerden,çok güzel gözlem ve yazı olmuş tebrikler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ben bu çocuk için gerçekten çok üzülmüştüm ama elden bir şey gelmiyor ne yazık ki

      Sil
  3. Merhabalar

    Güzel bir hikaye olmuş. Konuyu devamı şeklinde yeni bir yazı ile öyküleştirebilirsiniz. Emeğinize, kaleminize sağlık

    Saygılarımla

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bahsi geçen çocuğun çevresinde geçen olaylar tamamen gerçekti malesef. Sadece anlatımı dışarıdan bir göz olarak yaptım.
      teşekkürler.

      Sil